14 Eylül 2021 Salı

 Bobby...


Neden olmasın ya neden olmasın diye bağırıyordu yorumcu.
20 sayı geriden geliyordu dünyanın en güzel takımı.
Canavar gibi savunma yapıp, sağlı sollu atıyordu.
Sahanın en kısa adamı göğsünü yumruklaya yumruklaya benchteki arkadaşlarının yanına koşuyordu.
Karşısına çıkan rakip oyuncunun ta gözünün içine baktı. bir daha vurdu göğsüne
Biz burayla oynuyoruz, yüreğimizle mücadele ediyoruz diyordu gözlerinden ateş çıkararak.
Bir son ribauntla haksız kararlarla kaybettiler kupayı. Yığılıp kaldılar reklam panolarının önüne.
Ama orada kalmadılar. Dimdik kalktılar yine. 20 sayıdan geri gelir gibi.
Hiçbir bahanenin arkasına saklanmamayı, sızlanmamayı, mücadele etmeyi iyi bilen bir ustanın liderliğinde kupaya yürüdüler.
Bu topraklara daha önce hiç gelmemiş bir kupaya. Tarihe.
Kutlamalarda kupayı öperken yaşadıkları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu muhtemelen.
Pes etmemek onun için bir saha alışkanlığı değil hayat zorunluluğuydu çünkü.
Amerikanın arka sokaklarında başlayan, karanlıklardan geçen zorlu bir hayatın...
Basketbola sarılmakla cezaevinde yok olmak arasında gidip gelen bir hayatın...
Tam da o kaşkolda yazdığı gibi.
Kara deryalarda bir fener.
Karanlıktan aydınlığa giden kararlı adımlar.
Sokakta, salonda, parkede.
Nerede oynarsa oynasın hiç geri adım atmadı bu yüzden.
Kendinden çok uzun, çok güçlü, tecrübeli, onca yıldıza kafa tutarken, gözündeki ışık hiç sönmedi. Yüreğindeki alev ellerinden çıkıp önüne geleni yaktı.
Bazen en önemli profesyonel maçta kendini kaptırıp rakip oyun kurucuyla sokak basketbolundaki gibi düelloya tutuştu.
Bazen en cilalı parkelerin Chicago'nun arka sokaklarındaki beton sahalara çevirdi.
Kabus gibi çöktü top çıkarmak isteyen oyun kurucuların üstüne.
Çubuklu forma ne zaman dara düşme gözünün içine baktı hocası.
Savunmada elleri uzadı arşa kadar, hücumda kaleyi döven alev topları gibi savurdu mancınığını.
Bir adım yana atarak yükseldiğinde top nereye gideceğini çoktan biliyordu.
Bir gün titremedi o eller.
En önemli günde de, en zor anda da, en son saniyede de...
Yarı finalde Zalgiris maçı kilitlendiğinde, birkaç dakikasını aldı çözmek.
Tabelanın önünden birlikte kalktığı Bogdan ve Ekpe kenarda haykırırken, gözlerinin içine baka baka koştuğunda sesi en uzak banliyölerden duyuldu.
Çok sevdik seni Bobby çok...
Uzun uzun anlatmayalım, Türkiye'deki final serisinde 40 fark varken hala rakip garda nefes aldırmadığın insan üstü baskıyı, tekrar tekrar topu çaldığın o sihirli 2 dakikayı, aynı baskıyı sana yapmaya çalışırken düğüm olanları.
Çok sevdik mücadeleni çok...
Öyle olmasa maçlarda öfkeden patlıcan moru gibi kızaran adam kendini tutamayıp saha içine kadar koşup kucaklar mıydı seni!
Öyle olmasa aylarca oynamadığında bile tribün her maç adını ısrarla haykırır mıydı!
Çok sevdik seni bobby çok...
Şahane takım arkadaşların oldu hep çubuklu formada.
Bogdan'ı sırtına havlu koyacak kadar sakınanlar, Vesely ile havalara uçanlar, laylaylay laylay lay Gigi Datome, ooo ooo o Gigi Datome...
Hepsini çok çok sevdiler de seni hep başka bir yere koydular.
Çok derinde, çok ayrı.
Yaşın ilerleyip kadro genişlediğinde 12 adamın içerisinde gözleri hep seni aradı.
Her üçüncü çeyrekte, her küçük tıkanmada, her darboğazda değişiklik sandalyesine kilitlendi gözleri.
Hani sezona sakat başladın da uzun uzun bekledik ya seni hatırlıyor musun,
Dönüş maçında ilk topa değdiğin an salon yıkılacak sandım.
Sadece Uche ve Alex'e yapılan tezahüratla çağırdık seni tribüne.
Tam da o tezahüratta söylediği gibi. I LOVE YOU BOBBBYY..    
İster final fourda kader anı olsun, ister Giresun deplasmanı.
Hep yüksek, hep hazır, hep sadık.
Seni çok ayrı sevdik biz kardeşim.
Sonra birer birer döküldü yapraklar. NBA yolcuları, bütçe küçültmeler, kaynak azaltmalar.
Seni saha ortasında kucaklayan usta gittiğinde yaprakların daha hızlı düşeceğini biliyorduk.
Hazırlık maçlarında göremedik sene başı.
Sonra o cümle düştü bilgisayar ekrarına.
Yolun açık olsun Ali Muhammed...
Bir klip, muazzam sayıların, her sayıda gözünden fışkıran alev.
Biz bunu veda saymıyoruz kardeşim.
Sana gitti demiyoruz.
Bir gün o benchte olacağını biliyoruz.
Sen bu takımın oyuncusu değil, bu evin öz oğlusun. 
Şimdilik sadece çubuklu ile mücadele ettiğin her gün için teşekkür ediyoruz sana.
Formanı gönlümüzde çoktan emekli edip Ataşehirdeki evimizin tavanına asıyoruz.
Ve göğsümüze vura vura haykırıyoruz, 
Seni çok seviyoruz Mamba...
Seni çok seviyoruz...

25 Kasım 2020 Çarşamba

Diego…

 

Maradona, Maradona, Maradona, Maradona…

Bazen daha çok ama hiç daha az değil. 

Her çalımda adını tekrarlaya tekrarlaya.

Üzerimizde pazardan alınmış arkasına annelerimizin numara diktiği formalar.

Her birimiz Türkiye’de başta takım tutuyoruz, üzerimizde renkler farklı.

Ama her çocuğun dilinde tek bir isim var, her çalımda aynı haykırış; Maradona.

Herkesin aklında İngiltere maçı.

Önce orta sahadan başlayıp kaleciye varana kadar herkesi tek tek çalımladığı, benzeri olmayacak o gol.

Sonra Tanrı’nın eli…

Bana sorsan Belçika maçındaki ikinci gol.

Tüm defansı hallaç pamuğu gibi attıktan sonra kalecinin yanından bıraktıktan sonrası.

Top ağlara giderken Maradona’nın gol sevinciyle koşarken ha düştü ha düşecek dediğimiz an toparlanması.

Hayatının özeti.

Ha düştü ha düşecek derken ayakta kalıp koşan.

Dünya kupalarını bekleme nedenimiz.

Tam maç gidiyor, Maradona ortada yok, derken bir yerden çıkıp her şeyi değiştirmesi gibi.

O zamanlar futbolun bir numaralı ülkesi İtalya’da tarihi tek başına değiştirmesi gibi…

En iyilerden kurulu takımlara karşı, Napoli’yi omzuna alıp taşıması gibi.

Bir kentin, bir insana, dünya kupasında kendi ülkesi İtalya’yı tutmak yerine Arjantin tezahüratı yapacak kadar tapması gibi.

Uyuşturucu mafyasının kucağında gün gün sönerken, her güneşle yeniden doğması gibi.

Bazen 6 defans oyucusuna karşı tek başına.

Bazen koca bir futbol dünyasına karşı.

Bazen bir ülkeye topluca salsa yaptıracak kadar neşeli,

Bazen daha maçın başında tekmeyi basıp gidecek kadar öfkeli.

Bazen tek başına kalabalık, bazen yüz milyonların ortasında yalnız.

Ama hep aynı Diego, hep aynı Diego.

Tarih boyunca kıyaslandığı yıldızlar gibi sistemle kucaklaşmak yerine, hep asi.

Soluyla mucizeler yaratıp, hayata soldan bakan,

Fidel’in dostu, Ernesto’nun sevdalısı.

Sahada da hayatta da sistemle barışmayan, hep tek başına kalan adam.

Küçüklüğünde sokakları stada, büyüdüğünde en büyük statları sokağa çeviren haylaz.

Kızlarını koltuğunun altına alıp kendi adına yazılmış şarkıyı haykırarak söyleyen,

Hem ağlayan hem ağlatan koca çocuk.

İngiltere’ye attığı golü elbette biliyorsunuz ama,

Meksika’da ikinci liginde antrenörlük yaptığı günlerin belgeselini izlediniz mi,

İzleyin.

Artık adım atamayacak kadar şişmanlamış, hasta, kalbi tekleyen aksi bir ihtiyar,

Ama hala futbolu çocukluğundaki gibi seven bir ruh hastası.

Kendisine küfür eden rakip taraftarın üzerine yürüyen bir kopuk.

Yine de pes etmeyen, ayağını yerden kaldıramazken bile tenis topunu gökyüzüne kadar atıp tutabilen bir fizik ötesi gerçek. 

İlahlaştıranları, adına kilise kuranları, nikah törenlerinde ona dua edenleri hiç anlatmayacağım size,

Ama onu bir futbolcu gibi hatırlamamanızı isteyeceğim sizden.

Adını haykıra haykıra sokaklarda koşan çocuklar orta yaşlarında bugün.

Çok yıldızlar gördüler ondan sonra,

Messiler Ronaldolar Neymarlar.

Tiki takalar, önde basmalar, yepyeni sistemler, istatistikler, pierolar.

Ama sonra gidip eski kayıtlardan Brezilya maçında Canigga’ya atttığı pası bulup izlediler.

Napoli’de maç öncesi müzik eşliğinde top sektirirkenki haliyle neşelenip,

Hastaneye tedaviye giderken çekilen görüntülerine ağladılar.

Bu akşam dünya tarininin en büyük futbolcusu değildi ölen, futbolun kendisiydi.

Annesi defalarca çağırmasına rağmen arsada plastik top kovalamayı bırakmayan çocukların içinde bir şeyler koptu.

Başka kimseyle değil birbirleriyle konuştular.

Küfürlü, isyanlı konuşmalar.

Tam da Maradona gibi.

Bundan sonra yine foller atılacak modern statlarda.

Yeni yeni yıldızlarımız olacak.

Yüz milyonlarca euroluk büyük yıldızlar.

Büyük yetenekler olacak gerçekten, büyük emeklerle büyük disiplinle oralara gelmiş adamlar.

Ama başka Maradona olmayacak.

O Maradona düşlerimizde yaşamaya devam edecek. 

Siz hepiniz, o tek…

24 Haziran 2020 Çarşamba


Obra...

Iğdır belediyesinin önünde bir akşam vakti,
Ya da Ataşehir'de bir lisenin bahçesi...
Ankara'nın sadece mitinglerde dolan meydanları,
İzmir, Edirne, Yozgat, Adıyaman, Hakkari,
Bayburt Bayburt olalı böyle kalabalık görmedi.
Bu topraklarda binlere, onbinlere bir bahar akşamı dev ekranlarda basketbol maçı izlettiren adam.
Yıllar sonra gelen Beyaz Gölge.
Desem ki, biz basketbolu seninle sevdik; Hayır...
Senden epey önce Spor Sergi'nin önünde uzun kuyruklar oluşturduk.
Aliçolar, Efeler, Calvinler, Baba Necdetler izledik.
Çukurova son saniyede yendi bizi, taa orta sahadan yedik, yıkıldık.
Yılmadık, yine gittik.
Tahta sıralara kırarcasına vurduk topuklarımızla;
Bombarasi bombarasi bombombom sarı lacivert güm güm güm...
Abdi İpekçi tavanına kadar çubuklu formayla doldu.
99'un şampiyonu Zalgiris'i perişan ederken oradaydık.
Abdul Rauf, Mcrae, Miliç, Tabak, İbolu kadro da bizimdi...
Şimdi okuyup adını görünce üzülmesin diye ismini söylemediğimiz kazmalar da...
Ama sen başka bir şey yaptın; çok başka bir şey.
Buraya istatiktisklerini yazmayacağım.
Şu kadar kupa, bu kadar final, şöyle zaferler falan.
Onlar tarihte yazıyor zaten...
Ama biz hayallerimizin üzerindeki çatıyı seninle kaldırdık.
Ufka sınırsız bakabilmeyi seninle gördük.
Cumartesi gününden pazara emin olamayan biz;
Kasım ayından mayıs turnuvasına uçak bileti aldık, otel rezerve ettik.
Basketbolu üçlük ve smaçtan ibaret zanneden ben, onlarca seti ezbere sayarım şimdi.
Savunma setinde yerini kaybeden oyuncuya bin kişinin aynı anda bağırması senin sayende.
Bahane üretmeden çalışmayı seninle öğrendik biz.
En önemli turnuvaya en önemli 4 oyuncu yokken ağlamadan gidebilmeyi,
En bariz hakem katliamından sonra rakibinin elini sıkabilmeyi sende gördük.
İş disiplini ahlak mücadele. Çalışmak çalışmak çalışmak.
Hani takımla konuşurken diyordun ya; buraya gelen insanlar sizden tek bir şey bekliyor;
Çıkın ve savaşın, sadece bunu görmek istiyorlar, diye; öyle.
En son umutların öldüğünü sen öğrettin bize.
Son büyük korna çalana kadar mücadeleyi.
En olmadık yerde kısa 5, durup dururken uzun 5,
Hiç oyuna girmeyen bir forvetin üçüncü periyodu domine etmesi.
Ne kadar geriye düşersek düşelim, Ataşehirin koridorlarında birbirimizin gözüne bakıp şöyle dedik;
Obra bir şey yapar.
Çünkü;
Bizi öyle derin bir kuyudan çıkardın ki,
Öyle zor zamanlarda dik tuttun ki bu bayrağı,
Öyle karanlık deryalara fener oldun ki 6 yıl boyunca,
Sen varken bize hiçbir şey olmaz diye düşündük.
Sonra ne mi oldu?
En çok umut bağladıklarımız aldı seni bizden.
Güneşi yeniden doğurmasını beklediklerimizin karanlığında kaybolduk.
Aylarca ilmek ilmek dokunmuş bir yıldırma planıyla kaydın gittin.
İmzaladı imzalıyor, oldu olacak dedikodularıyla gazımız alındı.
Bir kulübe giderken kendi parandan önce oranın vizyonunu sorduğunu bilenleriz.
Hayallerine çatı kapatan yerde durmayacağını da biliyoruz.
İlgisizlikten gidişini gün gün gördük sessizce.
Başımızdaki taçken futbolun üzerindeki kambur gibi gösterildin hep.
Bununla yaşamayacağını anlıyorduk biz;
Salona girişinde tribüne bakışından hissediyorduk.
Hangi oyuncuya hangi seti çizdiğini bakışından anladığımız gibi.
Uzaktan bakınca anlaşılamayacak kadar çok sevdik seni.
Bir kupayla iki galibiyetle açıklanamayacak kadar çok.
Ataşehir'e ev dememiz senden ötürüdür.
Bogdan'a hala gurbetteki oğlan gözüyle bakmamız,
Vesely ile yükselip, Bobby ile yumruğumuzu göğsümüze vurmamız
Yani ooooooo Gigi Datome lay lay lay lay lay lay lay Gigi Datome senin sayendedir.
Senin yüzünden havlu koyduk bu çocukların sırtına.
Niye gittiğini de biliyoruz, seni neden hak etmediğimizi de.
Ama bil ki, yerin hep en derinde kalacak bizde.
İş yerinde bir sorunu çözemediğimizde seni hatırlayacağız,
Çocuğumuza hayatı öğretirken,
Hayat bazen kapkara üstümüze gelirken bize öğrettiklerinde ayakta kalacağız.
Şimdi alınamamış bir son ribaundumuz daha var artık.
Tabelaların önünde Ekpe gibi Bogdan gibi yıkıldık kaldık.
Son düştüğümüzde sen kaldırmıştın hepsini.
Şimdi kim tutacak elimizden bilmiyoruz
Hepsi bir yana da,
Şubat ayında Cem Serenli'yi kaybettik biliyor musun hocam?
Maccabi maçına gelirken trafik kazası aldı onu bizden.
Her maça girmeden koridorda konuşurduk.
Son geldiğinde ayrılmadan tek şey söyledi bana;
Boşver be kardeşim bu sene de böyle olsun, Obra kalsın yeter.
Şimdi biz Cem'e senin gittiğini nasıl söyleyeceğiz?
Şimdi yine sezon başlayacak, dünyanın en güzel takımı parkeye çıkınca gözümüz koridora dönecek,
Ve oradan sen gelmeyeceksin öyle mi?
Eyvallah koç, eyvallah...






























12 Nisan 2019 Cuma


Can…

Duyunca babamı aradım, başın sağolsun dedim. Başımız demedim. Onun Can’ıydı çünkü önce, daha ben doğmadan. Babamı aradım çünkü dünya gözüyle izleyebilen nesilden değiliz ne yazık ki. Ondan dinledim hep çocukken. Ne zaman Fenerbahçe’ye iyi bir topçu gelse, ne zaman bir topçuyu övsem, onu anlattı. Can Bartu’yu izlemedin sen, derdi. Sahada koşmazdı da süzülürdü sanki. Bir adamı geçerdi, durur bekler bir daha geçerdi, derdi. Sonra gülerdi uzun uzun. Ben Can Bartu’yu izlerdi kafasını belli belirsiz sağa sola sallayıp. Onun için İstanbul’a gitmişliği vardı Ankara’dan. Onun için, Lefter için, çubuklu için. Gazetelerden kestiği yazıları, fotoğrafları haberleri çıkarırdı tek tek üşenmeden. Bak, burada filancaya iki gol attı. Fena yağmurluydu o gün. Soldan bir taktı mı vitese, hiç kesmeden kaleye kadar inerdi. Hiç eğilmeden koşardı. Gol attıktan sonra şöyle iki kolunu havaya kaldırarak sıçrar, yüzüne bir tebessüm yayılırdı. Ben can Bartu’yu izledim, derdi tekrar. Bana anlattığını unutur, dalar giderdi gazete kupürlerine. Yeniden izler gibi uzun uzun kalırdı onlarda. Can demezdi hiç, Can Bartu derdi her zaman. Can değildi çünkü o. Can Bartu’ydu. Bir bütün.

Ben Fenerbahçe’yi babamla sevdim. Babam gibi sevdim. Babamın sevdiği gibi. Fenerbahçe’yi sevmeyi babamdan öğrendim. Hesap sormadan, sorgulamadan, beklemeden. Dümdüz. Babam Fenerbahçe’yi Lefterlerle Canlarla sevdi. Onları anlatarak büyüttü beni. Yıllar sonra Temmuz’un o zorlu günlerinde caddede, adliyede yan yana yürürken adımlarımız o yüzden sağlam bastı yere. Can Bartu gibi. Hiç eğilmeden.

Sokakta Rıdvan ve Aykut olarak top koşturdu bizim nesil taştan kalelerin arasında, tek tük geçen arabalara aldırmadan. Babam hep saha kenarındaydı. Solaktı. Ayı sokaklarda, tek katlı evlerin arasında Can olmuştu o da yıllarca. Sol ayağı onun kadar iyi değildi elbette. Ama Fenerbahçe’yi sorsan o ne derse aynısını derdi. Fenerbahçe benim hayatım.

Bana Can Bartu’yu babam anlattı. Abartmadan. Olduğu gibi. Basket formasını çıkarıp futbol formasını giydiğini, bir potaya bir kaleye attığını ondan dinledim. Ben çubukluyla tanıştığımda formadan takım elbiseye geçmişti o. Jilet gibi. Biraz soğuk adamdı bana kalsa. Böyle bi geriden geriden duran. Bi kaç sene önce futbolu bırakmış gibi değil de, az sonra film setine gidecek jön gibi. Öyle karizma. Ya da ne bileyim bir diplomat gibi. Tak tak söylerdi aklından geçeni. Hiç kıvırmadan, ben geçen gün böyle demiştim diye hesaplamadan. Dümdüz konuşurdu ama düz topçu sevmezdi hiç. Kalite arardı, yetenek, teknik. Aurelio’ya ne çok laf etmişti ya. Sonra sevdi. Emeğe kıymet verirdi çünkü.

Arada eski maçlar yayınlanırdı ya televizyonda. Açar izlerdim. Bazen de bilgisayardan bakardım. Böyle görüntü hızlı okunuyomuş gibi inerdi kaleye. Sörf yapar gibi soluna çekerdi sağdan dalmışsa. Aniden. Sonrası malum. Direk dibine. Bütün fotoğraflarına baktım tek tek. Hep asil. Hani o armada her nesnenin bir anlamı var ya. Can Bartu Fener’in kendisiydi. Bahçenin Fener’i. Hala sevilen birer abidedirler’deki abide. Hiç kimseye yaranmaya çalışan bi cümlesini duymadım. Hiç hoşa gitme çabası görmedim, hiç. Aklından ne geçerse o. Okocha’yı severdi mesela. Alex’i. Savunma futbolunu sevmezdi. Ağır aksak yapılan hücumlara çok kızardı. Dikine dikine gidilsin isterdi. Tam karakteri gibi. Eğilmeden bükülmeden kıvırmadan.

Hani hep radyo başı günlerini anlatırım ya. Kadıköy’den gelen gol haberinin ya kendisiydi ya son vuruşun bir öncesi. Nice kıraathanede adı yankılandı, büyük haykırışlardan coşkulu sarılmalardan önce. Nice sinema salonunda film arasında Yapı Kredi reklamıyla gösterilen 3 dakikalık özette oooo çektirdi salondakilere.

Can Bartu’yu hep babamdan dinledim ben. Kime benziyordu diye sordum ara ara. Bugün oynasa kim gibi olurdu mesela diye. Hiç kimseye derdi hep. Onun gibisi gelmedi. O yüzden babamı aradım duyar duymaz. Başın sağolsun diye. Hiç sorma yaa, dedi. Sustu bir süre. Onun gibisi gelmez, dedi sonra. Konuşmadı bir süre daha. Anladım ki gazete kupürleri çıktı yine sandıktan.
Manchester City maçında Ogün’e attırdığı gole dalıp gitti belki. Belki Ankara’da bir deparını görmek için 8 saat stadın önünde beklediği güne gitti aklı. Bi gün dedi sonra, anlatmaya başladı. İstanbul’a gelmiş bir akrabaya. Fenerbahçe Ankaragücü maçı varmış o gün. Basmış gitmiş eski açığa. Bir girmiş içeri yanda Ankaragüçlüler. Tanımışlar. Çinçinli malum. Ooo hemşerim nasıl geldin ya sen, yoktun otobüste, filan. İlk yarıyı aralarında izlemiş. Sonra bi fırsatını bulup geçmiş Fenerlilerin oturduğu bölüme. İkinci yarı Can Bartu atmış bi tane. Çıkışa yürürken görmüşler. Otobüsün yerini işaret etmişler el kol hareketleriyle. Gittin mi, dedim. Gitmemiş. Gitse döverlermiş.

Çubukluyu takım elbise gibi yakıştıran adam yok artık. Yani bedenen aramızda değil. Gönlümüzdeki yeri de armadaki ağırlığa da sabit. Kalpleri fetheden renklerin en laciverti. Asil, gerçek, karizmatik.
Evlada miras bırakılacak sevdayı en yukarı taşıyan adam. Sinyor. İtalyanın filanca kentinin ücra köşesinde bir kafede futbolu bıraktıktan 50 yıl sonra silik bir fotoğrafını görebileceğiniz bir efsane. Siyah beyaz görüntülerin içindeki renk.

Şimdi sen gidiyorsun. Yaşamım dediğin kulüp seni evim dediğin yerden uğurluyor. Ter döktüğün formayı evladı gibi sevenlerin tıpkı senin gibi göğsünde taşıdığı takım arkadaşına kavuşuyosun. Lefter’e. Basri’ye, nicelerine.

Selam söyle. İsmini alan binlerce Can ve Bartu seni yaşatmaya devam edecek. Biz babamla o sayfalara bakacağız uzun uzun. Gittiğimiz her maçta o malum dize çalınacak kulağımıza senin adınla.  Ve senin yerine de bir kez daha haykıracağız. Yaşa Fenerbahçe.


4 Kasım 2018 Pazar

Koray...


Yıllarca tribünde avaz avaz söylemişti belki de; öptüğü çubuklu forma yaşayacak anısında, diye. Gün gelip kendisine söyleneceğini hiç düşünmeden. Okul açık tribünün koridorunda, deplasman otobüslerinde, Yoğurtçu Parkı’nda. Ali İsmail’in armayı öptüğü o poza bakarak ağlamıştı belki. Kim bilir kaç galibiyeti ona armağan etti. Aynı pozu verdi 19’unda. O pozun anılarda yaşayacağını bilmeden.
Deplasman otobüsüne binmediyseniz bilmezsiniz. Dünyanın bütün duyguları sizinle gelir. Korkaksanız kaplana dönüşebilirsiniz aniden. Omuz omuza durduğunuz arkadaşlarınız güç verir size. Geçmiş deplasman anılarını anlatır abiler, gülersiniz. Herkese ayrı ayrı besteler yapılır, eğlenirsiniz. Kafanızda bin kez maçı oynarsınız. En sevdiğiniz topçuya son dakikada gol attırırsınız illa ki. Sevinirsiniz. Gözünüz bi yandan hep camın arkasındadır. Bi yerden bi taş çıkıp gelir diye. Korkarsınız, çaktırmazsınız. Heyecan stada yaklaştıkça tatlı tatlı kalbinizi sıkıştırır. Gerilirsiniz. O kötü senaryo gelir kimi zaman. Ya daha ilk yarıdan kırmızı kart görürseniz. Endişelenirsiniz. Geçen seneki derbi mağlubiyetinden sonraki dönüş otobüsünü hatırlarsınız. Dertlenirsiniz.
Biri bi besteye başlar sonra. Başını öne eğme aldırma Fener, çok yakında güneşli günler. Derdi, tasayı, korkuyu unutursunuz. İçinizden çağlayanlar akar. Damarlarınızda kan nehir gibi akmaya başlar. Coşarsınız.
Koray o besteyi başlatan çocuktu işte. Cıvıl cıvıl. Heyecanlı. Hep ayakta.
Pırıl pırıl üniversiteli bir çocuk. 22 yaşında.
Kocaeli Üniversitesindeydi. Okul Açık’tan kombinesi vardı.
Tabelaya bakmazdı pek, sağına soluna bakardı sadece maçta, herkes bağırıyor mu yeterince diye.
Yine öyle heyecanla gitti ezeli rekabetin en önemli deplasmanına.
Çok da iyi gitmiyordu çocukluk sevdası. Çubuklunun üzerinde bulutlar dolanıyordu epeydir. Kara kara bulutlar. Küme düşme hattının kıyısına gelmiş. Arka arkaya kötü sonuçlar almış. Hocası gitmiş. Kısacası güneş doğuyor derken sonbahardan kışa evrilmiş.
Dertlenmiş belli ki epeydir. İçine atmış. Diyordu ya hani Lefter’in cenazesindeki pankart. Yüreğini yaksa da hüzün ele karşı solmasın yüzün.
Düşürmedi yüzünü hiç. Takım tabelada ne kadar aşağıda olursa olsun sevdası en yüksekteydi hep. Seyrantepe deplasmanına bileti ayarlarken hiç tereddüt etmedi. Hiçbir deplasmana giderken etmemişti ki zaten. Kadıköy’de nasıl tabelaya bakmıyorsa hayatta da sayılara bakmazdı pek.
Kendisi gibi çubuklu sevdalısı gençlerle doluştu otobüse düştü yola. O yolculuktaki videoyu hiç görmeyecektik belki biz. Ya da öyle bakıp geçecektik. 
Şimdi bakamıyoruz. Bakıyoruz da çok canımız yanıyor.
Son kez yaptı en sevdiğine en sevdiğini tezahüratı. Başını öne eğme aldırma Fener, çok yakında güneşli günler.
Kalbinin tıkandığı haberi maçın ortasında düştü tribüne. Hayatlarındaki en değerli maçı tereddütsüz bıraktı gitti ömrünü deplasmanlarda geçiren tribüncüler. Hastanenin önünde bir umut beklediler.
O iyi haber gelmedi.
Çekti gitti Koray.
Uzaktan görünce bile yüzünü gülümseten çubuklu formalı futbolcular hastaneye gitti ailesine destek için. Koray görmedi ama hissetti illa ki.
Hepimiz ölelim Fenerbahçe yaşasın diye bağırıyordu ya her maç. Fenerbahçe’yi yaşatan sensin demişti bir arkadaşı. Fenerbahçe’yi yaşatan biziz.
Giderek içi çürüyen bir ortamda, nefretin sevgiyi evire çevire dövdüğü bir ülkede, renklerin düşmanlığa bahane edildiği günlerde, tertemiz yürekli bir çocuk, sevdasının peşinde verdi son nefesini.
Ergenliğinde Lefter’in arkasından gözyaşı döktüğü stattan uğurlandı son kez.
Hayatının en büyük mutlulukların, en ağır hüzünlerini yaşadığı koltuktan gitti ebediyete.
Kimbilir ne sohbetlerle, ne dertlerle, filanca kızı düşünerek, kafasında kadrolar kurarak çıktığı o merdivenden son kez çıktı. Yıllarca en sevdiği topçuların adına haykırdığı tribünde onun adı yankılandı.
Bu taraftar seni hiç unutmayacak Koray. Futbolun orta yerine benzin döküp sonra kenara çekilenler o samimiyetsiz anmalarını iki güne unutacak belki.
Ama o tribünün tozunu yutanlar, karda kışta senin gibi kaşkolunun sıcağına sığınanlar, seni hep kalbinde yaşatacak. Ali İsmail’i Burak Yıldırım’ı nasıl gün gün büyütüyorlarsa içlerinde, sen de hep o armanın en güzel yerinde yaşamaya devam edeceksin.
Her deplasman otobüsünde, her santrayla beraber omuz omuza bizimle olacaksın.
Beraber yürüyeceğiz bu yollarda, beraber ıslanacağız yağan yağmurda.
Kalbin seni taşımadı belki ama bizim kalbimizdeki yerin daimdir kardeşim.
Yolun açık olsun Koray.
Öte dünyan Lefter’e sevdan bize emanet.
Eyvallah…

17 Mayıs 2018 Perşembe

Yeniden...


Tam o anda annem aradı, aramasa ağlamazdım.
Böyle demiştim o acayip akşamı anlatırken.
Öylece boş boş parkede birbirine sarılan çocuklara bakıyordum.
Bizim çocuklarımıza.
Kendi evladımızdan ayırmadan sevdiğimiz çocuklar.
Bir sene önce televizyonun karşısındaki halimiz gibiydik.
O son ribaundu alamadıktan sonra, Ekpe gibi çökmüştük.
Kimimiz kanepeye, kimimiz halıya yığıldık. 
Bir adam ayağa kaldırdı bizi sonra.
Oyuncularına kazanmayı değil mücadeleyi öğreten adam.
Başınızı öne eğmeyeceksiniz, dedi.
Şimdiden bir sonraki yıla bakmalıyız, dedi.
Dirildik. 
En iyi oyuncusu sakatlandığında bile yüzünü asmayan adam.
Bahanelerden çalışmaya sığınan adam.
Nakış gibi işledi takımını.
Hayallerini bir yıl erteleyen evlatları da dirildi.
NBA'e gitmediler.
Beklediler.
Belki de yeniden yenilme pahasına,
Daha güzel yenilme pahasına denediler.
Yenilmediler.
Güneşini kaybedenlere ışık oldular.
En karanlık günlerden geçenlere umut verdiler.
Hepimize nefes oldular.
İki gün boyunca salonu inleten binler öylece kaldı Sinan Erdem'de
Bağıramadık, sarılamadık, şarkı söyleyemedik.
Ömrümüzün en mutlu gününde sahaya bakakaldık.
Annem aradı sonra, konuşamadım. Sadece ağladım.
Yanımdaki sarıldı sonra bana.
Sabaha kadar şarkılar söyledik sonra.
Korunlarımıza anlatacağımız şarkılar.
Her şeyden geçtim ama bir senden vazgeçemem
Vazgeçemedik.
Sırtına havlular koyduğumuz, sofrada bir tabak fazla ayırdığımız çocuk gitti sonra.
Ekpe o reklam panosunun önünden kalkmayı yeterli gördü,
Amerika'da benchte oturmayı seçti.
Yine hayıflanmadı o adam.
Bize basketbolu değil hayatı öğreten parke filozofu.
Başta başladı. 
Her maç başka tilkiler dolaştı kafasında, anlayamadık.
Marttan sonra akın akın koşmaya başladılar yine.
Sakatlıktan koptu geldi Nikola,
Sokak çocuğu Bobby yumruğunu yüreğine vurdu.
Beyni elinde yine Ressam'ın.
Yanına Kardeş geldi İtalya'dan.
Vesely yine bizden çok Fenerli.
Adalar krizini bile çözebilir Kostas.
Seni orta mesafeden sevmek aşkların en güzeli Jason,
Bi daha düşme James
Sana senden çok güveniyoruz Brad,
Başka formayla bile sevdik seni, hoşgel Sinan,
Seni biraz hırpaladık ama inan ki sevgiden Marko,
Bize bu yoldan geri dönüş yok Melih,
Hala çok şanslısın Barış,
Terli terli su içme Egehan,
Ahmet Düverioğluuuuuu Ahmet Düverioğluuuuu
Sana kendimizden çok güveniyoruz Obra,
Şimdi yine bir umudumuz sizde.
Zor günlerden geçiyoruz yine.
Bir of çeksek Belgrad'daki dağlar yıkılır.
Belki de bu yüzden yalnızdınız biraz bu sene,
Belki ihmal ettik sizi evet.
Havlular koymadık sırtınıza.
Kendi derdimize gömüldük.
Ama siz başımızı hiç eğmediniz.
Yine parkede en sert, rakibe karşı merttiniz.
Yine omuz verdiniz birbirinize.
Şimdi hayata set çizen adamın memleketindesiniz.
Hepimizin şuurunu yitirdiği gece işaret etti bugünü.
Şimdi Belgradı düşünüyoruz, dedi.
Şimdi Belgrad'ı düşünüyoruz biz de.
Cacak'tan çıkan bu adamı güldürün bizim için.
O gülünce dünya gülüyor çünkü.
Çook uzaklardan gelip memleketinden önce size koşan kardeşiniz de orada olacak.
Sizinle yan yana omuz omuza.
Çubuklularını giyip yollara düştü yine sevdalılarınız.
Şimdi yine hak ettiğinizi alma zamanı.
Yine deneyin şimdi.
Bizi dert etmeyin hiç.
Yenseniz de yenilseniz de buradayız biz
Ya kupaya sarılırız sizinle, ya ağlarız beraber.
Sizin mücadeleniz her şeye değer.
Haydi...



18 Mayıs 2017 Perşembe

Veysel...


Açık ama soğuk bi Aralık gününde Kadıköy’de miting alanında sahnenin arkasındayım. Birazdan çıkıp Fenerbahçe’nin neden yıkılmayacağını haykıracağım. Triko çubuklu formanın neden yere düşmeyeceğini. Pazardan alınıp arkasına numara nakışlanan formaların, taştan kalelerin arasında Rıdvan, Aykut, Oğuz diye koşturan çocukların, Şumaher diye kendini asfalta atan tıfıl kalecilerin öyküsünü anlatacağım. Heyecanımı yenmeye çalışırken birden hayat durdu. Sokak arasında ismini bağıra çağıra oynadığımız, otel önlerinde bir kez görebilmek için sabahladığımız kahramanlar çıkageldi. Üçü de oradaydı. Yanlarında yumruk şovu başlatan adam Deli Nezihi ve yaşlı bir adam. Küçücük kalmış bedenine rağmen gözlerinden hala umut fışkıran bir efsane. Asfaltta oynayan çocukların o günlerde değerini pek bilmediği, babalarının ismini duyunca kalktığı bir adam. Gazetelerin el sallattırıp “5 atarız dedi” manşetlerine gülüp geçen bir babacan. Bir futbol filozofu. Tarihin en güzel şampiyonluğuna imza atan, 103 gollük kırılamaz bir rekoru ilmek ilmek dokuyan bir kurt. İlk yarısı 3-0 biten bir maçın devre arasında takımını ayağa kaldırabilen bir direnişçi.

Onlar kendi arasında konuşurken ben çoook gerilere gittim. Dışkapı’da bir kıraathanede Kamyoncu Sait’in oğluyla Turan 100. golü attığında havaya uçtum, Samsun’da bir yatılı okulun karşısındaki kafeteryada radyo başında Keadıköy’den gelen gol haberini bekledim. Bir dönercinin 37 ekran televizyonunda Cenk Koray’ın sunduğu programda 3 dakikalık canlı maç bağlantısına heyecanlandım.

Güzel günlerdi, güzel. Hiç pes etmezdi Veselinoviç’in takımı. Malatya’nın Brezilyalısı Serginho golden sonra samba yaparken, tribündeki herkes Çubuklu’nun geri döneceğini biliyordu. Döndü, hem de 6 kez. Rize’de asker traşlı yeni golcünün ikinci yarıdaki golleriyle başlayan macera, Sarıyer’e atılan 4 ile bitti. Arada futbol tarihimizin en güzel slalomunu yaparken Rıdvan, plaseyi köşeye bıraktığında kenarda tebessüm eden adamla birlikte milyonlar ayaktaydı. Çok sakin sevinirdi. Sanki sahada olacak her şeyi önceden çizmiş gibiydi. Gitti sonra. Onu hiç unutmadık. 20 yıl sonra bile Yozgat’ta bir çay ocağının duvarında asılı duran efsane kadro posterinde onun imzası vardı. Çubuklu tarihin en büyük kumpasıyla mücadele ederken yine oradaydı. Yaşlı bedenine aldırmadan evlatlarının arasında sahneye çıktığında gençler birbirine bu kim diye sordu. Orta yaşı bulanların gözleri buğulandı. Veysel dediler, sadece, Veysel hoca. Fazlasına boğazları düğümlendi, dalıp gittiler.

Deplasman otobüslerindeki anılarda hep o vardı. Yıllar sonra hastalandığı haberi geldi. Kimi dua etti sağlığına, kimi bir kadeh kaldırdı eski günlere. Ölüm insana yakışmaz ama gidişi de tarihi bir zamanda oldu. Çubuklusu belki de tarihinin en büyük başarısına imza atmaya hazırlanırken, o formaya sahada en güzel günleri yaşatan adam veda etti yalan dünyaya. Dünya yalan yaşattığı her şey gerçekti.

Bir başka efsaneye bıraktı emaneti. Bir başka “oviç”e…

Onun gibi sahada yaşanacak her şeyi önceden çizen bir adam. Onun gibi bir taktik dehası. Onun gibi soyunma odasına takımı geride girdiğinde hikayeyi baştan yazan, yere düşeni kaldıran, sarsılana omuz veren bir adam. Saha kenarında canavar, maç bittiği andan centilmenlik abidesi bir bilge.

Şimdi onun çocukları tribünde olacak, ya da her neredelerse ekran başında duada. Çubukluyu emanet ettiği adamın evlatları sahada. Yine pes etmeyecekler. Yine yıllar sonra deplasman otobüslerinde bağıra çağıra anlatılacak hikayeler yazacaklar. Yine o formayı alın teriyle ıslatacaklar.

Yıllar önce radyo başında Kadıköy’den gol haberi bekleyen çocuklarla, o golü tribünde bağıra çağıra isteyen çocuklar yan yana olacak tribünde. Saçlarında aklar kalplerinde çocukluklarındaki sevdayla. Adını babalarından duyan çocuklarla omuz omuza haykıracaklar çubuklu sevdasını.

Yola çıkmadan dua edecekler senin için Dereağzı’nda. Biraz da senin için isteyecekler o kupayı. Geri de düşseler tıpkı senin kulübede olduğun o yıllardaki gibi umutlarını hiç yitirmeyecekler. Kenarda senin gibi bir direnişçinin olduğunu bilecekler çünkü.

Şimdi sensiz birden çok eksiğiz. Ama yüreğimiz 28 sene önceki gibi ferah, içimiz boğadan aşağı yürür gibi kıpır kıpır. Sen orada rahat uyu naif adam, çubuklu emin ellerde. Lefter’e, Serkan’a, Selçuk’a, Küçük Hüseyin’e selam söyle.

Sen de durma artık; aç kapıyı Veysel Efendi, Veysel Hoca ebediyete, Hababam Obra’ya gidiyor…





20 Eylül 2016 Salı

ferit...


pazara akşam saatine doğru gün batmak üzereyken giderdik
daha ucuz olsun diye...
baştan sona tüm tezgahları dolaşırdı adile naşit kılıklı anam
dönüşte ıspanağı pırasayı özenle seçer tutacakları el kesen torbalara doldururdu...
en çok portakal alırdı biz seviyoruz diye...
o portakal soba bütün evi ısıtmadığı için kapalı tutulan küçük odadaki somyanın altındaki leğene yığılır cumartesi akşamını beklerdi...
aliye yengeyle memet amca aydınla aysunu da alır yine gün batarken çalardı bizim kapıyı...
artık Allah ne verdiyse yer beklemeye başlardık...
film saati yaklaşınca bircan kuruyemişten alınan kavrulmuş çekirdek çıkarılır annem de küçük odanın yolunu tutardı...
dolaptan çıkmışçasına buz gibi portakal...
kabuğunu soymadan dikine dilimlerdi tek tek...
ben öyle severim diye...
o zaman bırak interneti sosyal medyayı, tanıtım diye bi şey yok.
hangi filmi izleyeceğimizi başlayınca öğrenirdik...
sonra sen gelirdin. bazen inek şaban ve güdük necmiyle, bazen zengin kızı gülşen, bazen zonguldaklı madencilerle...
bi keresinde cüneytle aynı kıza aşık olmuştunuz, vay anam vay...
emel sayını dinlemeye gitmiştiniz ya bi seferinde.
ya ne acayip ekipti o be.
münir baba, zeki metin, halit. kemal. of ki of.
şarkılar türküler, maç önü karaborsa.
siz evde yemeğe yüklendikçe biz de portakala çekirdeğe.
reklam arasında koştur koştur tuvalete.
aman kaçırmayalım haa bir reklam...
başladı başladı koş.
sürüyü yolu böyle rahat rahat televizyondan izleyemedik tabii.
kolay değil öyle.
yılmaz güney yasaklı.
yasak bu toprağı kaderi mi abi?
sen madenci nurettinin aşkına mı gittin acaba yıllaaar yıllar sonra soma'ya...
silivri'de barikatın önünde direnen yakışıklı ferit miydi?
istesen hiç başın ağrımazdı biliyor musun?
kim karışacaktı ya hu;
otur oturduğun yerde.
ama sen cumartesi akşamları da hep öyle inatçıydın biliyor musun?
gülşen bubikoğlunu ikna etmeye çalışan uslanmaz hayta aşıkken de;
hababamdan illa ki fener maçına kaçarken de...
emekçilerle maden ağalarına direnirken de,
her sene yeniden yağlanıp o çayır güreşlerinde yenilirken de.
sadece emel sayının gönlünü çalmadın ki be abi;
hepimizin...
sen yenilince biz de yenildik pehlivan...
sen direnince biz de direndik...
sürünle yollara düştük, karlı dağlarda bizim de bıyığımız dondu.
sonra portakalı marketten almaya başladık.
çekirdekler poşete girdi.
komşuya artık mesaj atıyoruz film başladı diye.
cumartesi akşamını beklemeye bile gerek yok.
dilediğimiz yerde cebimizde.
üstelik yüksek çözünürlüklü...
ama bir şey eksik be abi.
inek şabanı arıyoruz yok, güdük necmi ve mahmut hoca bizi duymuyor.
yıllar var gülşen bubikoğlunu görmedik.
feridenin öğretmenlik yaptığı köylerde ağaçların yerine taş ocağı yaptılar.
hülya koçyiğitle el ele koşturduğunuz bahçeler bugün avm...
canım kardeşime birlikte ağlayan insanlar nefret ediyor birbirinden.
ölümlere sevinenler var...
nerde bıraktık vicdanı acaba, ah nerede?
komşu komşunun külünü almıyor artık...
senin geldiğin gün parkta ben de vardım biliyor musun abi?
bi sarılsam dedim çocukluğuma sarılır gibi.
çekindim sonra ne bileyim.
biraz yabanileştik sizden sonra.
birbirimize dokunmaz olduk çok fazla.
geçen cuma duyunca fena içlendim.
bi merhaba diyebilseydim battaniye altındaki çekirdekli akşamların hatırına be.
bir sarılsaydım askerden gelmiş hayta ismail gibi.
biz seni bıyıksızken de sevdik bıyıklıyken de deseydim.
bak beyim sana iki çift lafım var diye yaşar ustayı ansaydık beraber.
fabrikatörlere veryansın etseydik...
neyse sarıldım say.
sen şimdi gittin mi abi?
yok be...
özel çamlıca lisesinde de taş mektepte de yaşarsın sen.
bi gün bıyıklı bi gün bıyıksız bize gelirsin yine.
biz yine izler izler güler bakar bakar ağlarız.
ama ne var biliyor musun tarık abi?
portakalların eski tadı yok be.
portakallar çok tatsız...

12 Mayıs 2016 Perşembe



Umut...

Magic Johnson’ın stopcemşatıyla Kerim Abdülcabbar’ın hukşatıyla büyüyenleriz.
Tahta potaların Yağmurdan Önce filminde Manchevski’nin dediği gibi yuvarlak olmayan çemberlerine atışlar yaptık.
Sonra Spor Sergi’yi doldurduk.
En çok smaç yapanlarla kural değişince üçlük atanları sevdik.
Bunların hepsini o adama borçluyduk; Beyaz Gölge.
Salami’nin Kuliç’in şahane hocası.
Nurlar içinde uyusun.
Çok sevindik çok üzüldük yıllarca.
Mahmut Abdül Rauf’un tikleri, Erdal Koşan’ın son saniye faülüydük.
Henry Turner’dan daha çok acıdı canımız kolu kuruldığında.
Sevinçler, hüzünler hepsi bizimdi.
Maksat çubukluya basket faül olmasındı.
Abdi İpekçilerde Haldun Alagaşlarda hep tribündeydik.
Hep çok sevdik de hiç bu kadar saygı duymadık.
Hiç bu kadar kendimiz gibi hissetmedik.
Hani diyor ya şair; biz sizde bütün aşklarımızı temize çektik be.
Bir Beyaz Gölge’miz var şimdi bizim de.
Bayrağımız gibi üzerimizden eksik olmasın diye dua ettiğimiz bir gölge.
Günün herhangi bir saatinde herhangi bir konuşmasını açıp dinlediğimiz bir adam.
Basketbol hocası değil de felsefe öğretmeni gibi.
Yeryüzüne insanlık öğretsin diye gönderilmiş bir elçi.
Hani sözünden çok özüyle örnek, bir saygı abidesi.
“İnsanlar buraya sizin mücadelenizi görmeye geliyor, yener ya da yenilirsiniz
Ama onlara bu mücadeleyi göstermelisiniz.
Bunu görürlerse emin olun sonucu umursamazlar.
Onlara kendinize oyuna ve rakibe saygınızı hiç yitirmeyin” diyen bir abide.
Hani uzak memleketten sadece yazları gelen otoriter tonton dede gibi.
Kızıyor sinirleniyor ama gözlerinden kalbini görüyorsur, ışıl ışıl.
Sanırsın pamuklara sarmalanmış.
Bizim bir Beyaz Gölgemiz var şimdi…
Çok güzel çocukları var yanında.
Üst üste 5 maçı diz ağrısı yüzünden ayaklarını sürüyerek oynayan, içimizdeki Uche hasretini
dindiren adam Udoh.
Ayaklarını yerden kestiği an ruhumuzu uçuran Vesely.
Hani neredeyse İzmir’i istese vereceğimiz Kostas.
O vicdansızın açtığı derin boşluğa puzzle parçası gibi oturan sakallı mesih: Gigi
Umudun bittiği yerde başlayan, mahallenin yakışıklı çocuğu, ya böyle durup dururken gidip sarılası geliyor insanın, Bogdan.
Arka sokaklarda neler oluyor Bobby
Bu dünyayı yakarız senin için Melih.
Lan oğlum korkma üçlük at Berk.
Aşiline tendon oluruz Ricky.
Adı nikola kendi yılmaz Kaliniç
Zıpla zıpla zıplamayan Antiç.
Sen ne şanslı bi adamsın Barış.
Kalbim Egehanda kaldı.
Gölgesi yeter Ercan.
Başta bütün dünyanın ah bizde olacaktı dediği başkumandan.
Balyoz gibi sert, babamdan daha mert.
Günlerdir televizyonda sizi görünce mutluluktan ağlıyoruz.
Sırtınıza havlular koyasımız, gece üstünüzü örtesimiz var.
Klipler izliyoruz tenha köşelerde deli deli gülerek.
Yola giderken ne renk giymişseniz o gömlekleri çıkarıyoruz dolaptan.
Kalbimiz bedenimize sığmıyor bazen, bağa bahçeye gidip bağırıyoruz.
Çok seviyoruz çok.
Ama tabeladan değil işte. Mücadeleden.
Sanki sahada biz varmışız gibi. Küçük Hüseyinleri Basri Dirimlilileri hatırlattığınız için.
Her rakibin hücumunu savunmasını ezberleyecek kadar bilimsel,
Bizimle ağlayacak kadar duygusal,
Gerekirse ölürüz diyecek kadar yürekli,
Birbirinin sırtını kollayacak kadar takımdaş.
Rüya gibi.
Bir umudumuz sizde şimdi bizim.
Denizlilerde, Kadıköylerde, meydanlarda koridorlarda çekilen çilelerden geliyoruz.
Son dakika yıkımlarından, kurulan ittifaklardan size sığındık.
Triko çubukluları giydik, örgü bilekliklerimizi size bağladık.
Spor sergide gittiğimiz ilk maçın biletine sarılıp uyuyacağız bu gece.
Binlerce kişi evlerde oturmuş deli deli planlar yapıyoruz şimdi.
Bütün sezon maçları yalnız izlediği için davetleri reddedenler,
Bankadan kredi çekip yollara düşenler,
Saat tam 10da sinemaya girmek için bilet alanlar,
Anneannesini dua etmesi için Eyüp Sultan’a götürenler.
Obra kadar bilimsel, büyük dedeler kadar batılız.
Totemimizle, yüreğimizle ama illa ki kocaman umudumuzla yanınızdayız
Bedenimiz nerede olursa olsun milyonlarca ruhla Berlin’deyiz.
Kazınırsınız kaybedersiniz bilemeyiz.
Ama son topa kadar mücadele edeceğinizi biliyoruz, o topa kadar sizinleyiz.
Sizle savunma yapıp, sizle kavga edeceğiz,
O kupayı yıllarca kendimiz için istedik, şimdi dünyanın en güzel takımı için istiyoruz.
Dünyanın en güzel hocası ve oyuncuları.
Kupa gelir gelmez bilemeyiz ama;
Sizi çok seviyoruz lan biz. Çok seviyoruz.




















12 Ekim 2015 Pazartesi

sonsuz...

Sıradan bir cumartesi günüydü işte.
Sabahın köründe filanca otobüslerle metrobüslerle işe gitmiş,
Kahvaltımızı etmiş gündemde ne var ne yok diye bakıyorduk.
Pide yiyecektik öğlen.
Biri rejimdeymiş, aşağıda yerim dedi filan.
Ya hu ne rejimi hayat kaç gün belli değil, diye geyik yaparken Düştü bilgisayar ekranına o kabus gibi cümle;
"Ankara Garına giden alt geçitte patlama oldu, yaralılar var"
Ses bombasıdır belki
Yaralı çok değildir umarım
Bi sorsana ajansa ne kadar ciddiymiş...
Sonra ilk görüntü geldi meydandan. Sonrası kaos, karanlık.
Evden çağırdık arkadaşlarımızı,
Yağmur gibi yağan son dakikalara yetişebilmek için.
Kimi aile kahvaltısını bırakıp geldi, kimi pazar gezmesini.
Kimi çocuğunu komşuya bıraktı.
Alana ulaşan muhabirlerden bilgi almaya çalıştık.
Etrafa savrulmuş paramparça hayatlar.
Ağlamaklı açtı telefonu biri, zor konuşuyordu.
İçine ağlıyordu belli ki...
Nefes bile alamadan çalıştık. Hiç düşünemedik bile ne yaşandığını.
Yetişmeye çalışıyorduk sadece.
Sabahın ilk ışıklarıyla geldiğimiz yerden gece çıktık.
Eve geldik.
Geç de olsa. Yorgun da olsak. Üzülsek de, eve.
Bizi bekleyen, özleyen, yolumuza bakan, birlikte ağlayıp güldüğümüz insanların;
Omzumuza yaslananların, omzuna yaslanabildiklerimizin yanına.
İşte o an vurdu yerleri dolduran parçalar.
Paramparça olduk. 
Pazar kahvaltılarına gidemeyecek artık o gün Gar meydanındakilerden bazıları.
Mesaiye çağıramayacak kimse onları.
Telefonlarını hiç açamayacaklar.
Bir metrekare toprak parçası sadece.
Bugünü hiç unutmayacak Gar Meydanında sağ kalanlar.
Dizinde biten bacağına dokundukça en az dizi acıyacak belki.
Dokunamayacak hatta bazıları, ne dizine ne sevdiğine.
Sen burada nefret etmeye devam edeceksin yine, kendinden başka herkesten, senin gibi olmayan herkesten.
Takım elbiseli adamlar uzun karmaşık cümleler kuracak.
Asıl hedef...
Devlet, Rusya, İsrail, Suriye, dengeler, konjonktür, seçim.
Sen yine nefret edeceksin senin gibi konuşmayanlardan.
Onlar duymayacak senin bu nefretini.
Yarın yine dolacak meydanlar.
Umut türküleri söylenecek yine.
Bir gün bir bomba seni de bir meydanda yakalamasın diye yürüyecek insanlar.
Sen yine nefret edeceksin herkesten. 
Senin gibi olmadığı için.
İşe gideceksin, mesaiye söveceksin, metrobüs sırasına kızacaksın.
Ben yine korkularımın arkasından öylece bakacağım ikinize.
Örgütüne de istihbaratına da konjonktürüne de söveceğim.
İnsan hayatı üzerinden hesap yapan herkese...
Elimden gelen bu.
Patlayanın da patlatanın da ruhu çürüsün diyebileceğim sadece.
Sen duyacaksın.
Ama o gün gara gidenlerin bazıları duyamayacak...
Sonsuza kadar...









1 Ağustos 2015 Cumartesi

bir kadın olarak...


Her mayıs ayının ikinci Pazar günü "Cennet annelerin ayakları altındadır" ama;
Sen bir kadın olarak sus.
Yeri geldiğinde "Biz annemizin ayaklarının altını öperiz" ama;
Sen bir kadın olarak sus.
Karnında taşı, doğur, büyüt, eğit, terbiye et, gözün gibi bak,
Akşama kadar tarlada çay fındık topla, eve gel yemek yap,
Sen güneşin altında çalışırken kahvede oturan adamın beğenmesini bekle,
Tuzun baharatın ayarını sakın kaçırma,
Kaçırırsan dayak yersin, belki içinden isyan edersin ama,
Bir kadın olarak sus.
Oku, derecelere gir, çalışırken çocuk büyüt,
Kocan yine de yemeği bulaşığı senden beklesin.
Bir akşam öfkeden elinin ayarı kaçıversin,
Yine de sen bir kadın olarak sus.
Dolmuşta otobüste metroda tramvayda gözleriyle soysunlar,
Yanına oturanlar koltuğuna sığamasın, bacağı sana doğru uzasın,
Karanlıkta bir sokağa girerken başına ne geleceğini bileme,
20 yıldır oturduğun apartmanın girişinde tacize yeltensinler,
İş yerinde abuk subuk cinsel şakalara maruz kal,
En güvendiğin yerde, baba evinde, amcan dayın abin taciz etsin,
Birazcık güzelsen ve beyefendinin teklifine hayır dersen aptal sayıl,
Biriyle birlikte olduğunda o zampara sen motor diye anıl,
Mecliste yüzde 10larda kal,
Çocuk yaşta deden yaşında adamın koynuna soksunlar,
O ölünce kardeşine versinler.
Soframızdaki yerin öküzümüzden sonra gelsin.
Ama sen bir kadın olarak sus.
Bir akşam gencecik bir kızı öldürsünler,
Protesto için sokağa çık, oraya bile erkekler gelip seni yönetmeye kalksın,
Destek veriyorum diyenler daha çok aşağılasın.
Ben insanım dedikçe çiçeğe böceğe benzetsin.
İçinden kadın kadındır çiçek babandır de ama
Sen yine de bir kadın olarak sus.
Erkek kardeşin eve istediği saatte gelirken sen gün batımında sofrada ol,
O istediği yerde kalırken, sen konum bildir ama;
Kız çocuğu olarak sus, genç kız olarak sus, kız öğrenci olarak sus,
Kadın çalışan olarak sus,
Bak bayansın diye bi şey demiyorum, sus
Sen sus ki bu karanlık kafalar hiç aydınlanmasın.
Sen sus ki o köklü bağnaz gelenekler devam etsin,
Sen sus ki senden cesaret alıp başkaları da konuşmasın.
Sen sus ki en büyük acıları yaşayanlar Takdiri ilahi deyip geçsin.
Sen sus ki gencecik çocuklar oy kaygısıyla toprağa verilirken vatan sağolsun.
Sen sus ki bin lira bile kazanmayanlar bin odaya ses çıkarmasın.
Bir kadın olarak susma anam bacım.
Yalvarırım susma.
Bizim gibi korkaklara bakma sen.
Sen konuş ki aydınlansın yollar.
Cennet ayaklarının altında mı bilmem, ama umut ışığı sendedir.
Çünkü sendeki yürek bende yok.
Çünkü hiç bir erkek bir kadın kadar güçlü sevemez.
Bir kadın olarak susma.
Hani Gezi günlerinde akın akın annelerin geldiği o yaz akşamı gibi,
Hani Kadıköyde bir stadı hınca hıç doldurduğunuz o eylül akşamı gibi,
Susma ve bize yolu göster.
Çünkü sen;
Aydınlığa giden yolun meşalesisin.

8 Mayıs 2015 Cuma

zeki metin...

kuru pilav, zeytin peynir, küçük büyük, iyi kötü...
biri ötekinden ayrı düşünülmeyen.
öyle tanıdık seni. zeki alasya değil zeki - metin.
öyle sevdik. 
ne zaman sizden biri göçse buralardan aynı akşama gidiyorum ben.
cumartesi akşamına.
televizyonun karşısında ana baba üç velet, önlerinde çekirdek,
bi de kışları kömürden tasarruf için kapalı tutulan küçük odadaki divanın altından getirilen mandalina.
sonu illa ki iyi biten filmler.
iyilerin kazandığı, hüzünlü komik basit filmler. bizim gibi yani.
sen dayak yiyip boynunu bükünce gözyaşlarını gizleyen babam,
Allaaaaahh metiiin diye koştuğunda kahkaha atan küçük kız kardeşim
bugün çocuğunu büyüten kardeşim, güzel kardeşim...
o zamanlar pazartesi hepimiz aynı filmi anlatırdık birbirimize, sizi.
siz gülünce güler siz ağlayınca ağlardık, sizle kazanır sizle kaybederdik.
mavi boncukta emel sayın gitmesin isterdik, altınları bulun diye beklerdik köyden indiğiniz şeerde,
himmet ağabeyle sayardık doğoz bin doğoz yüz bilmem kaç.
sizin bahçede değil de bizim bahçede bulunmuştu sanki petrol, öyle sevinirdik.
patronu kaçırdığınızda sizin kadar korktuk,
sahi nereye bakıyorduk biz bu adamlar?
o zamanlarda türk kürt alevi sünni azınlık çoğunluk bilmiyorduk.
çatışmaların ortasına doğduk aslında,
sağcılarla solcuların ayrı trenlere bindiği yılları biliriz,
ama hepimiz aynı şeye gülüp ağlayınca anlayamazdık işte farkı,
sonuçta hepimiz kasımpaşa canavarı, hepimiz hasiple nasiptik.
bi inek şabana gülerdik sizden çok. darılma.
bi de neşeli aileyi severdik sizin gibi. hikayeniz aynıydı aslında işte.
yel değirmenlerine karşı bizim mahallenin abileri.
hicivi sizden öğrendik, sisteme düzene ezene tebessümle yeter demeyi,
bölüşmeyi sizden öğrendik yar yanağından gayrı her şeyi.
hani kadir savunun evi yıkılır da böyle güle oynaya yaparsınız ya;
konuşmazsınız, o malum müzik çalar sadece,
arada birbirinize bakar tebessüm edersiniz,
içimiz ısınırdı orada.
o zamanlar onca ayrı gayrıya darbeden hemen sonraya rağmen bunca nefret yoktu biliyor musun?
bi şekilde anlardık birbirimizi. 
münir babayla sen fenerli olurdun misal, galatasaraylı beşiktaşlı kızmazdı.
kemal sunal beşiktaşlı, yetim kız çocuğu galatasaraylıydı,
alınmazdık.
hani misafir gelince tavuk pişerdi ya evde,
kahvaltıda nadiren sucuklu yumurta.
öyle değerliydiniz bizim için, öyle özel.
şimdi siz birer birer eksilirken buralardan,
size mi ağlıyoruz kendimize mi belli değil.
zaten buralar da oralar değil artık,
çekirdek o çekirdek değil, portakal o portakal değil.
sobaların üstünde kestane yok, divanların yerine baza var. 
şimdi ölene bile birlikte ağlayamıyoruz biz.
eski defterleri açıyoruz tabutu kapatmadan.
iftiralar, ötekileştirmeler, bizler, onlar...
hani metin akpınar dedi ya bugün;
benim bir yarım gitti diye.
öyle işte; bir yarımız yok bizim, ortadan ikiye ayrıldık,
sonra daha ikiye daha ikiye daha ikiye.
sen saçma sapan konuşanlara bakma yine de;
bahçede petrol bulmuş gibi gülsün gözlerin.
tarlanın ortasından altın çıkmış gibi.
bugünleri de atlatırız biz.
yaşar ustaların nesiliyiz ne de olsa.
belki yine o müzik çalar, birlikte bir ülke yaparız,
konuşmadan,
arada birbirimze tebessüm ederek.
sen "güle güle" git metinin zekisi,
gözün arkada kalmasın...
ne de olsa filmin sonunda 
illa ki iyiler kazanır...





15 Şubat 2015 Pazar

özgecan...

otogarları hiç sevmem ben.
ne zaman perondan hareket eden bir otobüs görsem gözümün önüne aynı fotoğraf gelir.
annemin ve babamın sararmış gözleri.
ayrılık vaktinden bir önceki akşam dalıp giden bakışlar.
ağlamamak için sıkılan dişler.
o gözlerin nereye dalıp gittiğini 35 yaşında anladım.
hepi topu 3 kilo gözleri bile açılmamış bi yavrucak.
geceleri olur olmaz uyanıp gidip nefes alıyor mu diye baktığın,
azıcık ateşlense elini ayağını titreten bir kalp ağrısı.
adı ne aşk ne sevgi ne başka bir şey. tanımsız. sınırsız.
her şey değişti hayatımda.
olura olmaza ağlamaya başladım. 5 yıldır iş biter bitmez koşarak eve gider oldum.
doğum gününü kutladık bugün, en sevdiği arkadaşıyla aynı gün.
deniz; özlemle emrenin kızı. 6 yaşında.
onlarca fotoğraf paylaşmış olmalıydık şimdi.
sosyal medyada kutlama mesajları, darısı başınalar, gülücükler.
koyamadık. tek fotoğrafa bile gitmedi elimiz.
özgecanın fotoğrafına baktık,
mutlu olmaya utandık.
zaten hep öyle değil mi hayatımız son zamanlarda.
bir gün madende 301 can, başka bir gün asansörde yiten 11 hayat.
sokak ortasında tekmelerle katledilen 19unda bir oğlan.
15inde yol kenarında vurulan çocuklar.
gazeteyi televizyonu her açtığımızda dövülen öldürülen töreye kurban giden bir kadının haberi.
zor bu ülkede yaşamak, en zoru da kadın olmak.
bayram sofralarına en son erkek de yemeğini yedikten sonra kadınların oturduğu evlerde büyüdüm ben,
erkek çocuğun istediği saatte girdiği, kızların gündüz gözü bile çıkamadığı evler.
erkek geçerken kadınların duvar kenarına çekildiği köylerde,
bir çocuk eteğinde diğeri karnında koca evi döndürmeye çalışan bir anneannem,
suyu akmayan eve tepeye yukarı koca koca bidonlar taşıya taşıya belini dizini kaybeden bir anneyle büyüdüm.
41 yaşındayım bugün. anneannem yok artık. annem yorgun.
haberler hala aynı. boşanmak istediği için sokak ortasında vuruluyor kadınlar.
12sinde 13ünde tarla sahiplerine gelin veriliyor.
kaçıp kurtulmak istese binlerce kilometre ötede bile bulunuyor.
10 yıldır evliyim. adı özge. elanın annesi. benim canım. özge can.
ne zaman geç gelecek olsa hep penceredeyim. aman apartmana girerken bir şey olur diye
çünkü bu toprakların ilk kaybı değil mersinli özgecan.
çünkü mesele aslında o minibüsçünün hayvani sapıklığı değil.
mesele çok derin. mesele çok köklü. ve giderek derinleşiyor.
bir devrim lazım bize.
iktidar değişikliği, falancanın başa gelmesi filan değil.
bir zihniyet, bir vicdan devrimi.
yüzlerce yıllık törelerden korkmayan bir devrim
beşiktaşta kadıköyde izmirde antalyada değil çankırının köylerinde bir devrim,
bayburtun ücra mahallesindeki kız çocuklarına varacak bir devrim.
zorunlu din dersiyle değil, ahlakla empatiyle sevgiyle örülü bir devrim.
illa günahsa mesele ette aranan namusu değil kul hakkını dert edecek bir devrim.
kadınları korumak için değil, onlardan cesaret alan bir devrim.
şimdi hep derinlere bakıyor özgecanı arayan annesinin gözleri.
yüreği, acı çekmeseydi bari kurşunla öldürselerdi diyebilecek kadar şişmiş bir annenin gözleri.
iyi bilirim ben o arayan gözleri; 30 yıldır.
şimdi yazılar yazacağız biz ardarda,
yürüyüşler eylemler, kadın mitinginde erkek sloganları,
televizyonlarda uzman yorumları, siyasi nutuklar.
özgecan son olsun başka özgecanlar olmasın pankartları.
üç gün sonra seçim gündemi, baraj tartışması, sarayda gölge kabine.
o anne uzuun uzun bakacak boşluğa.
oradan bir özgecan gelmeyecek.
bir devrim lazım bize.
o koca boşluğu dolduracak bir devrim.









14 Ağustos 2014 Perşembe

bir ki üç gol yetmez...


Kemal Sunal'ın filmde Beşiktaşı'ı tutmasını dert etmediğimiz günlerdi.
Hani şu sokakta bulduğu veledi öz evladı gibi büyüttüğü film.
Yine fanatiktik aslında en harbisinden.
Maçka parkında abilerimiz çatışırdı "kapalı"yı almak için.
Biz o sırada yan yana sırada beklerdik.
Kavganın bile hukuku vardı. 
Yar yanağından gayrı her şeyin bölüşüldüğü günler,
Tribünün bile, yarı yarıya.
Yandan bir beste gelirdi, karşılık verirdik sıcağı sıcağına.
Küfür yok muydu, vardı. Kavga yok muydu, vardı.
Ama başka türlüydü işte. Nefret ciğerimizi söndürmemişti henüz.
Bu Beşiktaş benim ömrümü yedi be abi.
Yatılı yıllarımda bir Hakan Tecimerli maçı bilirim kazandığımız.
Bir ki üç gol yetmez diye başlarlar, beşe giderlerdi bazen.
Metin Ali Feyyazı onlardan çok biz ezberledik.
Sonra Uche attı da biraz sevindik.
Çok kinlendik de hiç beddua etmedik ama.
Güzel adamdı başkanları.
Böyle, mahalle bakkalının önüne sandalye atan amcalar gibi,
Ya da ne bileyim mezun olduktan sonra gidip elini öptüğün emekli öğretmen gibi.
Mahmut hoca işte yav, Yaşar Usta.
Sonra defalarca yendik biz Beşiktaş'ı.
Kupalar aldık, onlar da yendi bizi.
Başkanlar geldi gitti, efsane topçular, heykeller filan.
Sonra çok değişti futbol çok, hayat gibi.
Hani yarışmacı arkadaşlara başarılar dilenen günlerden,
Rakip kaybedecek ki biz kazanacağız, gerçekçi olalım günlerine.
Önce Kemal Sunal gitti.
Hababamla Fener maçlarına kaçan güzel adam.
Sonra Vedat Okyarlar, Kazım abiler.
Lefter gitti be abi. 
Pazar günü oynanan maçı ilk kez Çarşamba günü sinemada izleyen nesille cep telefonundan canlı maç izleyen gençler yan yana ağladı.
Silindir gibi geçti üstümüzden endüstriye bulanmış futbol.
Ömrünü adadığı stattan ağlayarak gitti Seba.
Bir gün omzumuza aldığımıza teneke bağladık ertesi gün.
Gözümüz tabeladan gayrısını görmedi.
Polis copu inerken rakibe ooh ooh çektik topyekün.
Vicdanı hep birlikte öldürdük.
Eskiden iki turşucunun kavgasıydı rekabetimiz.
Bir Vecihi öfkemizi yatıştırmaya yeterdi.
Sevgiye umuda dair ne varsa birer birer yitiyoruz her gün.
Üç beş ağaç için dirensek de hep birlikte,
Bugün yüreğimiz toptan aveme.
Siyah beyaz film günlerinin,
En asil siyahıyla en temiz beyazını kaybettik şimdi.
Ömrünü çubukluya adamış bir adama,
Bu yazıyı yazdırabilen adam yok artık.
Madem ki sizinkisi bir aşk hikayesi,
Siyah beyaz filim gibi biraz.
Unutmayın bu adamı kardeşim.
Kupalara değil Beşiktaşa sahip çıkın.
Heykelini dikmeyin dört bir yana; dimdik durun onun gibi.
Sözün özü, mesele Sebaya ağlamak değil kardeşim, Sebayı anlamak.
Sebaları yaşatmadıkça hayatta ne desek boş.
Güle güle git Süleyman başkan, Baba hakkıya kral Metine, Efsane Leftere selam söyle.
Triko çubukluyla taştan kalelerde top oynayan çocukların hakkı sana helaldir.
Sen de hakkını helal eyle.