arhavi...
Championship manager oynarken karar aldık bir baktık yoldayız.. Nuraydın'la ben, İlkay ve Türkay'ın yanına kendimizi katık ettik Artvin'e gittik, tatili Arhavi'de büyükbabalarının evinde geçirmeye.. Tatile değil insanlık dersi almaya gidiyormuşuz meğer, yaşadık öğrendik...
Yol harbiden başlı başına bir deneyim, uzun mu uzun..22 saatlik sabır sınavı.. Uyu, uyan, mola ver, sohbet et, yer değiştir, muavinle klima kavgası et, git Allah git, bitmiyor.. Mesafe uzadıkça merak artıyor haliyle, İlkay; durmadan büyükbabayı anlatıyor; biraz aksidir haa ona göre diyor, çok keyifli adamdır ama damarına basmamak lazım.. Kulakta delik yok ama yine de küpe yapıp sabahı bekliyoruz.. Tam gün aydınlanmak üzereyken giriyoruz Arhavi'ye.. Ve bizi "merak etmeyin insanlık ölmedi" heyeti karşılıyor.. Zaten sonrası her anıyla kıssadan hisse...
Otobüs çay ocağında durduğunda gözlerimizi zor açacak haldeydik.. Zalim uyku tam da yolun en sonunda, gecenin güne kavuştuğu yerde bastırır ya hep, yine öyle oldu.. Görevin son demindeki gece bekçisi misali indik otobüsün orta kapısından.. "Vakit çok erken, ne minibüs çalışmaya başlamıtır köye, ne de büyükbaba gelmiştir" dedi İlkay.... Çay bahçesinin kenarında ne yapsak diye konuşurken "La ne beklisiz ayakta, ha buraya gelip bi selamün aleyküm demek yok mu" uyarısı nerede olduğumuzu hatırlattı.. İnsaniyet, hal hatır, selam sevgi mahallesinin orta yerindeydik.. Sabah namazı için toplanan yaşlı amcalar bize çay ikram edip kime geldiğimizi sordu, büyükbabanın adını verince iyice keyiflendiler.. İlkay'la Türkay'a kendi küçüklüklerini bal kıvamında anlatıp büyükbabaya şaka yollu yüklendiler gıyabında.. Sonra bir taksi yanaştı çay ocağına, kaşla göz arasında çağırmışlar meğer.. Böyledir ya Anadolu insanı, iyilik yapar hissettirmez, tezahürat sevmez..
Uzatmayalım, bindik taksiye düştük köy yoluna.. Ömrümde bu kadar yeşili birarada görmemiştim.. Ağaçlar sadece bir yol geçecek kadar boşluk bırakmıştı.. O aradan görünen gökyüzü de mavinin aslında ne olduğunu anlatıyordu.. Sabahın ilk ürkek ışıklarını gönderen güneş, pastoral şiiri tamamladı.. Biz de bu şiir eşliğinde büyükbabanın evine vardık.. Büyükannenin geniiiş sevinç nidası içimizdeki son uyku kırıntısını da yok etti.. Karadeniz'in köyleri malum, evlerin arasında uzun mu uzun boşluklar var.. Her birinin mesafesi en az 250 metre.. Ama büyükanneyi duymayan kalmamıştı herhalde.. Zaten onlar da az sonra tüfek sesiyle durumdan haberdar olacaktı.. Büyükbaba heybetli adamdı, 70lerinde olmasına rağmen dimdikti.. Sesi gürdü, sondaki y'leri söylemediğinden İlkaaaa, Türkaaaa diye bir gürledi, dedim Apo aman dikkat, ters gitme, adam bildiğin delikanlı...
Hikaye böyle başladı, büyükbaba geniş balkona çıktı pompalı tüfeği birkaç kez patlattı.. Allah ne oluyor demeye kalmadan diğer evlerden cevap geldi.. Sevinç paylaşımı yapıldı, birazdan kapı ardarda çalındı.. Komşular gözünaydına geldiler, de bakalım diye sıktık diye sordular, torunları görünce hoşgeldin deyip gittiler..
Evde ne var ne yok kahvaltı masasına doldurdu büyükanne, doyumsuz süt ürenlerini enfes sohbetiyle birleştirip sundu bize.. İki lafın arasında torunlarının yüzünü sevdi, bize göz kırptı.. Lezzetli insandı yeminle, peynirle tereyağıyla karnımızı, insanlığıyla ruhumuzu doyurdu..
Yol harbiden başlı başına bir deneyim, uzun mu uzun..22 saatlik sabır sınavı.. Uyu, uyan, mola ver, sohbet et, yer değiştir, muavinle klima kavgası et, git Allah git, bitmiyor.. Mesafe uzadıkça merak artıyor haliyle, İlkay; durmadan büyükbabayı anlatıyor; biraz aksidir haa ona göre diyor, çok keyifli adamdır ama damarına basmamak lazım.. Kulakta delik yok ama yine de küpe yapıp sabahı bekliyoruz.. Tam gün aydınlanmak üzereyken giriyoruz Arhavi'ye.. Ve bizi "merak etmeyin insanlık ölmedi" heyeti karşılıyor.. Zaten sonrası her anıyla kıssadan hisse...
Otobüs çay ocağında durduğunda gözlerimizi zor açacak haldeydik.. Zalim uyku tam da yolun en sonunda, gecenin güne kavuştuğu yerde bastırır ya hep, yine öyle oldu.. Görevin son demindeki gece bekçisi misali indik otobüsün orta kapısından.. "Vakit çok erken, ne minibüs çalışmaya başlamıtır köye, ne de büyükbaba gelmiştir" dedi İlkay.... Çay bahçesinin kenarında ne yapsak diye konuşurken "La ne beklisiz ayakta, ha buraya gelip bi selamün aleyküm demek yok mu" uyarısı nerede olduğumuzu hatırlattı.. İnsaniyet, hal hatır, selam sevgi mahallesinin orta yerindeydik.. Sabah namazı için toplanan yaşlı amcalar bize çay ikram edip kime geldiğimizi sordu, büyükbabanın adını verince iyice keyiflendiler.. İlkay'la Türkay'a kendi küçüklüklerini bal kıvamında anlatıp büyükbabaya şaka yollu yüklendiler gıyabında.. Sonra bir taksi yanaştı çay ocağına, kaşla göz arasında çağırmışlar meğer.. Böyledir ya Anadolu insanı, iyilik yapar hissettirmez, tezahürat sevmez..
Uzatmayalım, bindik taksiye düştük köy yoluna.. Ömrümde bu kadar yeşili birarada görmemiştim.. Ağaçlar sadece bir yol geçecek kadar boşluk bırakmıştı.. O aradan görünen gökyüzü de mavinin aslında ne olduğunu anlatıyordu.. Sabahın ilk ürkek ışıklarını gönderen güneş, pastoral şiiri tamamladı.. Biz de bu şiir eşliğinde büyükbabanın evine vardık.. Büyükannenin geniiiş sevinç nidası içimizdeki son uyku kırıntısını da yok etti.. Karadeniz'in köyleri malum, evlerin arasında uzun mu uzun boşluklar var.. Her birinin mesafesi en az 250 metre.. Ama büyükanneyi duymayan kalmamıştı herhalde.. Zaten onlar da az sonra tüfek sesiyle durumdan haberdar olacaktı.. Büyükbaba heybetli adamdı, 70lerinde olmasına rağmen dimdikti.. Sesi gürdü, sondaki y'leri söylemediğinden İlkaaaa, Türkaaaa diye bir gürledi, dedim Apo aman dikkat, ters gitme, adam bildiğin delikanlı...
Hikaye böyle başladı, büyükbaba geniş balkona çıktı pompalı tüfeği birkaç kez patlattı.. Allah ne oluyor demeye kalmadan diğer evlerden cevap geldi.. Sevinç paylaşımı yapıldı, birazdan kapı ardarda çalındı.. Komşular gözünaydına geldiler, de bakalım diye sıktık diye sordular, torunları görünce hoşgeldin deyip gittiler..
Evde ne var ne yok kahvaltı masasına doldurdu büyükanne, doyumsuz süt ürenlerini enfes sohbetiyle birleştirip sundu bize.. İki lafın arasında torunlarının yüzünü sevdi, bize göz kırptı.. Lezzetli insandı yeminle, peynirle tereyağıyla karnımızı, insanlığıyla ruhumuzu doyurdu..
Kahvaltıdan sonra köyde gezintiye çıktık.. Ne acayip güzel bi yermiş kardeşim bu Arhavi.. Hani şu dipecilerde uotoğraflarını gördüğümüz, iş hayatından bunaldıkça "böyle dere kenarında bir ev olacak, etrafında ağaçlar, kuş ve su sesinden başka bir şey duyulmayacak" filan diye atıp tuttuumuz anlardaki yer var ya orası işte.. Cennetin yeryüzündeki küçük ölçekli yansıması.. İnsanları desen kartpostal gibi, hepsi güleryüzlü.. Aslında çileleri senden benden fazla.. Köyün gençlerinin tamamı büyük şehirlere göçmüş.. Meyveler dallarda çürümüş, çaylar yarıcılara verilmiş, güzelim topraklar her yönüyle işlenemez olmuş.. Ama gelin görün ki yaşam sevinçlerine zerre etki etmemiş darbeler.. Kentten gezmeye gidip "ay çok güzel yaaa" şaşırmalarıyla gezenlere biraz gıcıklar.. Bu yüzden olsa gerek, "abi ne güzel yerde yaşıyosunuz" diye onları teselli etmeye çalıştığımızda bize "şortla gezerken nefis yerdir, isterseniz şu boş evleri size verelim, çay ekip yetiştirin" dediler.. Köydeki evlerden samimiyet ve daha biz olmamışız derslerini alıp eve döndük.. Babaanne laz gelinlerin marifetlerini anlattı durdu akşam boyu.. O kadar sıcak anlatıyordu ki, finans sektöründeki son gelişmeleri ya da televolenin özetini geçse yine dinlerdik...
Ertesi sabah uyandığımızda ne kadar dinç olduğumuza kendimiz bile hayret ettik.. Yol yorgunluğuna rağmen 6 saat uykuyla canavar gibiydik.. Dereye girip iyice açıldıktan sonra Arhavi'ye indik.. Bu kısa ziyaretin de derse dönüşeceğindenr habersizdik...
Neden bilmiyorum biraz sahilde yürüyüp deniz havası aldıktan sonra doğruca bir bilardo salonuna gittik.. İkişerli takımlar halinde masaya dağğılıp ilk vuruşları yapmıştık ki küçük grson geldi; "ağabey çay vereyim mi" dedi, 2 çay iki de gazoz diye savdık başımızdan.. 5 dakika sonra tekrar geldi çocuk, aynı şekilde çay sordu, sağol koç dedik su istedik.. 10 dakka geçmedi bi daha geldi, biraz sinirlendik.. Al işte, yeşil, dere, huzur filan bir yere kadar, insanın olduğu her yer aynıydı...
Oyunu birkaç dakika erken bitirip kasaya yöneldik.. Yeniden sahile gidip huzur tazeleyecektik.. 55 dakika bilardo iki gazoz 2 su dedik.. Abi çaya para almıyoruz dedi kasadaki adam.. Orada ölmek istedim.. Çocuk çevrede olmasın, o anı görmesin diye birkaç parmağımı verirdim.. Gördü ama hiç de öyle nooldu der gibi bakmıyordu.. Güle güle abi, yine bekleriz dedi sadece.. Derslerimiz aralıksız devam ediyordu..
Sahile yine kısa turla uğrayıp köye dönmek üzere minibüse yönelmiştik ki, Nuraydın markete uğrayıp birşeyler alalım, elimiz boş gitmeyelim ayıp dedi.. İlkay, dede kızabilir dedi ama biz ısrar ettik, deterjan şudur budur aldık torbalarla minibüse vardık.. 5 kişilik boş yer vardı, arka dörtlüyü doldurup hareketi beklemeye başladık.. Ama o an bir türlü gelmiyordu.. Kimse de gıkını çıkarmıyordu.. 30 dakkayı geçmiş ama minibüs tık dememişti.. Hatta şoför ön koltuktakilerle birlikte aşağı inmi sohbet ediyordu.. 40. dakika filan bindiler, gaza bastık.. Ama köye doğru değil ne yazık ki.. İlçenin dışındaki benzin istasyonunda fark ettik durumu.. Yakıt alıp aynı noktaya döndük.. Tam "e ama hadi" demeye niyetleniyordum ki Türkay kulağıma eğildi "burada kimsenin acelesi yok birader, anlamıyor musun" dedi İlkay ikinci darbeyi vurdu "nereye yetişiyoruz ki"...
Kendimi yıllar sonra ülkemize ithal edilecek anguslar gibi hisettim.. Hatta bıraksalar e-5te koşardım saatlerce.. Utanmayan, uslanmayan, öğrenmeyen adam.. Neyse bi 10 dakika daha bekledik, şoförün telefonu çaldı; haa evden mi alacağız, tamaam" dedi.. Hemen koltuğuna oturdu, gaza bastı,, bu kez de ilçenin ara sokaklarına girdik, bir apartmanın önünde durduk.. 3-5 dakika sonra 3 amca, bir teyze ve bin genç kız indi.. Genç kızı öptüler, uğurladılar, şoföre emanet ettiler.. Meğer onu bekliyormuşuz, içimden "ne ayıp yahu, aaa filan gibi cümleler geldi, dışarı çıkamadan geçti gitti...
Böylece yola koyulup büyükbabanın evine vardık.. Daha da gecikebilirmişiz aslında, ömrümüz uzarmış.. Büyükbaba torbalarda eve alınanları görünce bildiğin delirdi.. Babaanne olmasa pompalıya da niyetlendi ama neyse ki sakinleşti.. Durup durup, bu evde neyi eksik gördünüz, ağırlayamadık mı sizi, ulan siz mi torunsunuz ben mi, gibi laflar ediyordu.. Yahu dede, biz de büyüdük demek istedik filan, ııı ıhhh, "Nuh" söylemesi kolay ama peygamber biraz uzun..
Bu ders ötekilere göre biraz daha tehlikeli gibiydi.. Bildiğin bungee jumping heyecanında öğrendik ki, her iyi niyet güzel sonuç doğurmayabilir, empati hayat kurtarabilir...
Neyse ki babaanne tereyağıda alabalık yaptı da evin neşesi yerine geldi.. Büyükbaba sofrayı müteakip son dersimizi okeyde verdi.. E biraz ballıydı canım, o da sırf bilgi ve ini yinet işi değil ya, Allah Allah...
Ertesi günü inek sağma, alabalık çiftlikleri gezme, derede tişört yıkama, her köylüden başka bir ders alma faaliyetleriyle geçirdik.. İnsanın hammadesinin aslında çok leziz bir şey olduğunu, üstünü acayip şeylerle örttüğümüzü, kendimize yanlış uygulamalar yüklediğimizi bazen tebessümle, bazen canımız acıyarak fark ettik.. Oralarda yaşamak için daha çok fırına gidip gelmemiz gerektiğini net idrak ettik..
Dönüş günü geldiğinde kendimizi dereden çıkmış alabalık kadar şaşkın, ama yine aynı balığın yeniden suya dönmüş hali kadar mutlu gördüm.. Gidişte bitmek bilmeyen 22 saat dönüşte derenin suları gibi aktı gitti.. Çay ehilleri herşeyin göründüğü gibi olmadığını, minibüs ahalisi ruhunla bedenini aynı hizaya getirebilmeyi, bilardo salonundaki küçük bilge samimiyeti, büyükbaba dünyada geri kalan bütün bilgileri hızlandırılmış kursla anlattı bize.. İşin en şaşırtıcı yanı bunu ders verir gibi yapmamalarıydı..
Bugün hala büyükbabanın sözleri, garsonun gülen gözleri aklımızda.. Nerden baksan 12 sene.. Görmesini bilene ne kadar çok ak sakallı dede var şu hayatta, üstelik rüyada da değil, hayatımızın orta yerinde gezinip duruyorlar sürekli.. Göremiyorsak bakış açımızı değiştirmemiz lazım.. E her gün Arhaviye gidilip gelinmez...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder