Can…
Duyunca babamı aradım,
başın sağolsun dedim. Başımız demedim. Onun Can’ıydı çünkü önce, daha ben doğmadan.
Babamı aradım çünkü dünya gözüyle izleyebilen nesilden değiliz ne yazık ki.
Ondan dinledim hep çocukken. Ne zaman Fenerbahçe’ye iyi bir topçu gelse, ne
zaman bir topçuyu övsem, onu anlattı. Can Bartu’yu izlemedin sen, derdi. Sahada
koşmazdı da süzülürdü sanki. Bir adamı geçerdi, durur bekler bir daha geçerdi,
derdi. Sonra gülerdi uzun uzun. Ben Can Bartu’yu izlerdi kafasını belli
belirsiz sağa sola sallayıp. Onun için İstanbul’a gitmişliği vardı Ankara’dan.
Onun için, Lefter için, çubuklu için. Gazetelerden kestiği yazıları,
fotoğrafları haberleri çıkarırdı tek tek üşenmeden. Bak, burada filancaya iki
gol attı. Fena yağmurluydu o gün. Soldan bir taktı mı vitese, hiç kesmeden
kaleye kadar inerdi. Hiç eğilmeden koşardı. Gol attıktan sonra şöyle iki kolunu
havaya kaldırarak sıçrar, yüzüne bir tebessüm yayılırdı. Ben can Bartu’yu
izledim, derdi tekrar. Bana anlattığını unutur, dalar giderdi gazete kupürlerine.
Yeniden izler gibi uzun uzun kalırdı onlarda. Can demezdi hiç, Can Bartu derdi
her zaman. Can değildi çünkü o. Can Bartu’ydu. Bir bütün.
Ben Fenerbahçe’yi babamla
sevdim. Babam gibi sevdim. Babamın sevdiği gibi. Fenerbahçe’yi sevmeyi babamdan
öğrendim. Hesap sormadan, sorgulamadan, beklemeden. Dümdüz. Babam Fenerbahçe’yi
Lefterlerle Canlarla sevdi. Onları anlatarak büyüttü beni. Yıllar sonra Temmuz’un
o zorlu günlerinde caddede, adliyede yan yana yürürken adımlarımız o yüzden
sağlam bastı yere. Can Bartu gibi. Hiç eğilmeden.
Sokakta Rıdvan ve Aykut
olarak top koşturdu bizim nesil taştan kalelerin arasında, tek tük geçen
arabalara aldırmadan. Babam hep saha kenarındaydı. Solaktı. Ayı sokaklarda, tek
katlı evlerin arasında Can olmuştu o da yıllarca. Sol ayağı onun kadar iyi
değildi elbette. Ama Fenerbahçe’yi sorsan o ne derse aynısını derdi. Fenerbahçe
benim hayatım.
Bana Can Bartu’yu babam
anlattı. Abartmadan. Olduğu gibi. Basket formasını çıkarıp futbol formasını
giydiğini, bir potaya bir kaleye attığını ondan dinledim. Ben çubukluyla tanıştığımda
formadan takım elbiseye geçmişti o. Jilet gibi. Biraz soğuk adamdı bana kalsa.
Böyle bi geriden geriden duran. Bi kaç sene önce futbolu bırakmış gibi değil
de, az sonra film setine gidecek jön gibi. Öyle karizma. Ya da ne bileyim bir
diplomat gibi. Tak tak söylerdi aklından geçeni. Hiç kıvırmadan, ben geçen gün
böyle demiştim diye hesaplamadan. Dümdüz konuşurdu ama düz topçu sevmezdi hiç. Kalite
arardı, yetenek, teknik. Aurelio’ya ne çok laf etmişti ya. Sonra sevdi. Emeğe
kıymet verirdi çünkü.
Arada eski maçlar
yayınlanırdı ya televizyonda. Açar izlerdim. Bazen de bilgisayardan bakardım. Böyle
görüntü hızlı okunuyomuş gibi inerdi kaleye. Sörf yapar gibi soluna çekerdi
sağdan dalmışsa. Aniden. Sonrası malum. Direk dibine. Bütün fotoğraflarına
baktım tek tek. Hep asil. Hani o armada her nesnenin bir anlamı var ya. Can
Bartu Fener’in kendisiydi. Bahçenin Fener’i. Hala sevilen birer abidedirler’deki
abide. Hiç kimseye yaranmaya çalışan bi cümlesini duymadım. Hiç hoşa gitme
çabası görmedim, hiç. Aklından ne geçerse o. Okocha’yı severdi mesela. Alex’i. Savunma
futbolunu sevmezdi. Ağır aksak yapılan hücumlara çok kızardı. Dikine dikine
gidilsin isterdi. Tam karakteri gibi. Eğilmeden bükülmeden kıvırmadan.
Hani hep radyo başı
günlerini anlatırım ya. Kadıköy’den gelen gol haberinin ya kendisiydi ya son
vuruşun bir öncesi. Nice kıraathanede adı yankılandı, büyük haykırışlardan
coşkulu sarılmalardan önce. Nice sinema salonunda film arasında Yapı Kredi
reklamıyla gösterilen 3 dakikalık özette oooo çektirdi salondakilere.
Can Bartu’yu hep babamdan
dinledim ben. Kime benziyordu diye sordum ara ara. Bugün oynasa kim gibi olurdu
mesela diye. Hiç kimseye derdi hep. Onun gibisi gelmedi. O yüzden babamı aradım
duyar duymaz. Başın sağolsun diye. Hiç sorma yaa, dedi. Sustu bir süre. Onun
gibisi gelmez, dedi sonra. Konuşmadı bir süre daha. Anladım ki gazete kupürleri
çıktı yine sandıktan.
Manchester City maçında
Ogün’e attırdığı gole dalıp gitti belki. Belki Ankara’da bir deparını görmek
için 8 saat stadın önünde beklediği güne gitti aklı. Bi gün dedi sonra,
anlatmaya başladı. İstanbul’a gelmiş bir akrabaya. Fenerbahçe Ankaragücü maçı
varmış o gün. Basmış gitmiş eski açığa. Bir girmiş içeri yanda Ankaragüçlüler.
Tanımışlar. Çinçinli malum. Ooo hemşerim nasıl geldin ya sen, yoktun otobüste,
filan. İlk yarıyı aralarında izlemiş. Sonra bi fırsatını bulup geçmiş
Fenerlilerin oturduğu bölüme. İkinci yarı Can Bartu atmış bi tane. Çıkışa
yürürken görmüşler. Otobüsün yerini işaret etmişler el kol hareketleriyle. Gittin
mi, dedim. Gitmemiş. Gitse döverlermiş.
Çubukluyu takım elbise
gibi yakıştıran adam yok artık. Yani bedenen aramızda değil. Gönlümüzdeki yeri
de armadaki ağırlığa da sabit. Kalpleri fetheden renklerin en laciverti. Asil,
gerçek, karizmatik.
Evlada miras bırakılacak
sevdayı en yukarı taşıyan adam. Sinyor. İtalyanın filanca kentinin ücra
köşesinde bir kafede futbolu bıraktıktan 50 yıl sonra silik bir fotoğrafını
görebileceğiniz bir efsane. Siyah beyaz görüntülerin içindeki renk.
Şimdi sen gidiyorsun.
Yaşamım dediğin kulüp seni evim dediğin yerden uğurluyor. Ter döktüğün formayı
evladı gibi sevenlerin tıpkı senin gibi göğsünde taşıdığı takım arkadaşına
kavuşuyosun. Lefter’e. Basri’ye, nicelerine.
Selam söyle. İsmini alan
binlerce Can ve Bartu seni yaşatmaya devam edecek. Biz babamla o sayfalara
bakacağız uzun uzun. Gittiğimiz her maçta o malum dize çalınacak kulağımıza
senin adınla. Ve senin yerine de bir kez
daha haykıracağız. Yaşa Fenerbahçe.