31 Ocak 2011 Pazartesi

kutu kola...

Şimdi full hd televizyonlarımızın karşısında allahın her günü dünyanın dört bir yanından istediğimiz maçı çatır ve çatır izlerken aklımıza hep bıyıklı bir adamın iki dudağının arasından çıkan o cümle gelir : size maç muç yok, herkes odasına...

Yatakhanenin eğlencesini saymakla bitiremezdiniz aslında.. Aniden koridorda bir kovalamaca olur, biri apar topar yakalanır ve yaylalar türküsü eşliğinde lavaboya taınırdı.. En az 8-10 kişi kavrayınca kurban çırpınmayı bırakırdı.. Ayak yıkanan yalak görünümlü bölüme uzatılır baştan aşağı ıslanırdı. Kim, neden, hiç bilinmezdi, kim kimi hedef seçip adam toplayabilirse işte.. Ya da kafaya çorap geçirilip hazırlık sınıfından çocuklara bu binanın inşaatında ölen işçinin ruhuyum şakası yapılırdı.. Nası şakaymış lan bu ? Muhtemelen her üç odadan birinde gizlice sigara tüttürerek sevgilisi ya da platonik sevdalısıyla sıkıntılarını anlatan biri vardı.. Koridoru baştan sona geçen bir halay ya da horon görmeniz an meselesiydi.. Ama bunların hiç biri topluca izlenen maçın yerini tutmazdı.. Çünkü büyüdüğünüze dalalet eden iki önemli ayrıntı vardı, biri hafta içi maçlarında akşam size izin verilmesi, diğeri kafeteryada sigara içebilmeniz..

İşte o işareti biz de almıştık.. Yıllarca abilere yalvarıp, stad turnikesinden geçer gibi içeri sızma çilesi çekmişken, şimdi bizim ön sıralarda maç izleme zamanımız gelmişti.. Fenerbahçe'nin Galatasaray'ın Avrupa maçları ya da şampiyon kulüpler kupası finaline girebilirdik bazen küçükken.. Ama 55 ekran televizyona 55 metreden bakmamız gerekirdi.. Gol olup olmadığını öndeki abilerin bağırmasından anlardık.. Artık öndeki abilerdik..

Trabzonspor Lyonla oynuyordu.. İlk yarı gol olmadı, ama top bi o kalede bi bu kalede.. İkinci yarı için umutluyuz.. O zamanlar millet birbirine yunana karşı bile sizi tutmam uleyn havalarına girmemiş, bir takımın maçı olunca herkes onu tutuyor.. Daha mı milliyetçiydik bugünden, değildik tabii, sıkı solculardı çoğumuz.. Ama yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim yıllarıydı işte, birinin hüznünün ötekini güldürdğü günler henüz gelmemişti.. Sonra korkunç bi şey oldu.. Bize mescitte tuzak kuracak olan yatakhane müdür muavini kapıyı tekmeleyip içeri girdi.. İkinci yarı başlamak üzereydi.. Televizyonu kapattı ve herkes susana kadar bekledi.. Elinde tamamı içildikten sonra ortadan bükülmüş bir kola kutusu vardı.. Poşetle tutuyordu.. İki kere soracağım dedi, bu elimdeki kutuyu tuvalete kim attı, herkes yanındaki arkasındakine baktı, kafalar umutsuzca dolandı durdu.. İkinciyi sorarsa gerçekten ceza verirdi.. Adamın damarlarında ego ve prensip dolaşıyordu.. Yüz kere söyledim, ne kadar temiz ve düzenli olursanız imkanlardan o kadar faydalanırsınız diye ara uyarısını yaptı ve ikinciyi çok kısa tuttu : kim ?

Şimdi sakalla bıyığın tükürülmez olduğu o noktadaydım işte.. İtiraf gelirse çocuklardan biri ağır ceza alacaktı, gelmezse kesin televizyonu kapatıp gidecekti bizim Dali... Daha beteri de olabilirdi.. Biri arkadaşını ispiyonlayabilirdi.. Evet kutuyu atan kimse onun yüzünden bunca adam maçı seyredemeyecekti.. Ama ispiyon olursa o bitişin resmiydi.. Hoca içimize istediği an sızabileceğini anlardı.. Buna izin verilemezdi.. Arkaya döndüm, bir şeyler biliyormuş kıvılcımı çakan gözleri aradım.. İspino ihtimali olursa baştan yok etmeliydim. Ses çıkaran olmadı, Dali düğmeye bastı, ekranla birlikte akşamımızı da karattı ve maç muç yok restini çekip gitti.. Odasına bile uğramadı, doğrudan evinin yolunu tuttu.. Belli ki maça yetişiyordu..

Önce her kafaya ortalama bir ses düştü.. Herkes kim attı lan kutuyu naraları arasında dövecek adama aradı, sonra hocaya galiz küfürler gönderildi.. Ama artık etüd etüd olmaktan çıkmıştı.. Gazı Bafralı Fethi verdi.. Sınıflara girip sessiz duracak, sonra 5 dakkada bir gooooolll diye koridora taşacaktık.. Dediğini yaptık, koridor görevlisi ben oldum.. Bağıra bağıra kafadan maç anlatıyordum.. Bir onlar atıyordu, bir Hami.. Bir fransız vuruyordu bir lazlar.. Veeee gooolllsesiyle birlikte bütün sınıflar koridora doluşuyor arada küfür kafir uçuşturup deliler gibi dolapları dövüyorduk.. Belletici hoca önüne gelene vurarak herkesi içeri tıkmaya çalışıyordu ama nafile, isyan bugünün tunusu ve mısırı gibi almış yürümüştü..

Sonradan bu büyük isyan yatılı okul tarihinin ilk kazan kaldırma harekatına dönüşecekti ama onu başka bir gün anlatmam lazım.. Hocanın çaresizliği artık gözlerinden okunuyordu.. Sözü geçen birkaç kişiyi yakalayıp bak sizi elebaşı diye rapor ederim, attırırım yatakhaneden diye tehdit ediyordu.. Ama birşey yapamazdı, çünkü biz goool sesinden sonra spiker gibi bir köşede duruyorduk.. Göle gördüğü tek hareketimiz yoktu.. Hazırlık sınıfları bile coşmuştu.. Çaresizdi...

Dali belki de olacakları bildiğinden eve gitmişti.. Maçın bitiş saati çoktan geçmişti.. Ama etüdün bitmesine 45 dakika daha vardı.. Goller bitmek bilmiyordu.. Trabzon soyunma odasından bile atıyordu.. Arada hocayı itip kakanlar bile oluyordu.. Bunca hengamenin arasında hocaya kimse skoru sormuyordu.. Radyo bile açtırmıyorduk.. Çünkü bu akşamın hikayesini kendimiz yazacaktık..

Etüdün bitmesine 10 dakika kala tam yeni bir gol atmak üzereyken koridorun sonunda bir gölge belirdi.. Anında tanıdığım için kendimi sınıfa attım.. Ayak sesleri beni takip etti.. Kalbim ve adımlar aynı hızla ilerliyord.. Kapıyı açtı, içeri girdi.. Doğrudan bana baktı, noldu atamadın mı golü dedi, "anlamadım, ben burada oturuyordum" dedim.. Bu arkadaşınız hiç dışarı çıkmadı mı diye sınıfa döndü, gözleri bakışlarıyla oyuyordu.. bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi gür ses çıktı, hep buradaydı...

Bugün değilse yarın, elbette yakalarım seni" gitmeden öceki son sözleriydi.. Koridordan herkesin duyacağı net ve sertlikte konuştu : Artık maç izlemek sizin için hayal...

Öyle olmayacaktı, ama o da sonranın hikayesi.. Asıl şoku ertesi gün okula gittiğimizde yaşadık.. İnat edip öğrenmediğimiz skor şaka gibiydi.. Trabzon 4-3 kazanmıştı.. Tek devrede 7 gol.. koridor coşkusu boşa değilmiş meğer.. belki de hoca ulan tv yi mi açtı bunlar diye iki de bir geri geliyordu... o da olacak hocam o da olacak...

Maçı izlesek bu kadar eğlenemezdik eminim.. Üstelik çok önemli bir sınavı atlatmış, arkadaşımızı satmamıştık.. İspiyon olmamış, yatakhane geleneği bozulmamıştı.. Gerçi kutuyu kimin attığını biz de öğrenemedik.. Bugün bu yazıyı okuyan sallılardan bilen varsa söylesin lütfen.. Kim attı lan o kutuyu ?

29 Ocak 2011 Cumartesi

hissiyat...

çooookkk yazasım var bu gece... ama uzun yazasım yok... sadece şöyle diyesiyim : yatılı yıllarımda odanın penceresinden uzun uzun dışarı bakardım.. en çok sarı ışık sızan pencereler acıtırdı içimi... bir sobanın yanıbaşındaki kanepeye doluşmuş muhtemelen türk filmi izleyen aile fertlerini canlandırırdım gözümde.. önlerinnde derin bir kap içerisine doldurulmuş mandalina ve portakal, ellerinde annenin az önce soyduğu elma.. bir gözü televizyonda aklı çocuklarda.. bir de sobanın üzerindeki kestanelerde.. cuma ve cumartesi gecesi şahaneydi de benim camımdan sızan sarı ışık o evlerdeki ışık kadar parlamıyordu ya, o zordu işte... şimdi tek derdim de o ya zaten... evimden çıkan ışık hiç azalmasın... iyi geceler kızım... iyi geceler canım karım... ve iyi geceler meyve soyan cefakar kadın : anam...

26 Ocak 2011 Çarşamba

yok böyle maç...

Gestapo lakaplı Fikret hoca sahaya tepeden bakan kürsüde göründüğünde kimse panik yapmamıştı.. Ne de olsa beden dersindeydik, ayrıca oynama iznimiz vardı.. İspiyonlandığımızı bilseydik bu kadar rahat olamazdık..

Yatakhanen haylaz çocukları, sancheze gitmediği zamanlarda derse girer, en çok bu dersi severdi.. Atatürk'ün sağlam kafa ve sağlam vcut arasında kurduğu bağlantıdan olsa gerek Beden Eğitimi bizim için en vazgeçilmez dersti.. Güvercin taklayla nota tabii tutulmadığımız tüm derslerde maç yapabiliyorduk çünkü.. Okul takımından 4 kişi aynı sınıfta okuduğumuz için işimiz daha da kolaydı.. Her şey sağlam bir kafa ve başırılı okul takımı içindi.. Ama bu maç başkaydı, hem de çok başkaydı..

Biyoloji hocamız Nazmi bey Darwin'den teorilerden bahsederken sınıfta hararetli bir tartışma çıktı.. Kimi yaratılış teorisini savunuyordu, kimi maymun sesi çıkarıyordu.. Ayet okuyanlar, arka sırada elleri ve ayakları üstünde taklit yapanlar gırla giderken tartışma sertleşti.. Hoca orada ön sıradakilere konsantre bir şekilde ders anlatırken arkada hararet yükseldi.. Ateistlerle dindarlar örneklemeleri bıraktı, ağız dalaşına girdi.. Tartışma o kadar ciddiydi ki "tamam ulan maç yapacaz, kazananın teorisi kabul edilecek" cümlesiyle bitti.. İşte Darwin'in de peygamberlerin de kendilerine inanlardan beklediği bu olmalıydı.. Her şey sahada belli olacaktı.. Ben tartışmaların dışındaydım ama futbolun dışında kalamazdım.. İnananlar sessizce yanıma sızdı, abi bak sen nerden baksan muhafazakar bir aileden geliyosun, kaptanımız ol, sen ilerde oyna, biz heimiz kaleyi savunuruz dediler.. Gözlerine baktım, istesem intihar saldırısına bile gönderebilirdim.. Bu inanç bizi galibiyete taşıyabilirdi.. Atesitler konumamızı fark etti.. Okul takımının ben dışındaki diğer 3 elemanı onlardaydı.. Çok güçlüydüler.. Üstelik biri kalecimiz, diğeri kaptanımız, biri de takımın en teknik elemanıydı..

Düşündüm, ben de onlara geçsem çok orantısız güç olurdu.. E zaten inanan da bi adamdım, teklifi kabul ettim.. Allahlılar Allahsızlar maçı için her şey hazırdı.. Uhud, Bedir ve Hendek savaşlarından sonra Çu ve Talas savaşları yapılmıştı malum.. Anadolu'ya din bu vesileyle girmişti.. İşte o andan sonraki en önemli çarpışma vaktiydi.. Maç için beden dersinin olduğu iki saat uygun bulundu.. Okulun sahasında o günlerde ders saatinde top oynamak yasaktı.. Ama üç gün sonra okul takımının maçı vardı, çalışmalıydı.. Hoca bizi kırmadı.. "Bir yanda kardeşim şaibaaaa diğer yanda oğlum velid" diyerek öne çıktım.. Nooluyo lan hayretine, Çağrı filminden alıntı ooolum, dümdüz edecez sizi karşılığını verdim.. İnanmayan oğullarından süfyan ve saz arkadaşları çok formda görünüyordu..

Sınıf takımımızın 7 kişilik kadrosundan altısı karşıda sadece ben bu taraftaydım.. Bizdeyse ayağına çok az top değmişler bile vardı.. Taktiği kısa testim, siz defansa gömülün, topu ileri atın, gerisini bana bırakın.. Maç hızlı başladı.. İnanmayanlar tüm inançlarıyla bastırıyordu.. Sağlı sollu ataklarla kalemizi bunalttılar.. Özellikle sol kanattan geliyorladı, sağımızı çökertip inancımızı da devre dışı bırakarak bizi saf dışı edeceklerdi.. Ama defansımız iyi direniyordu.. Bugün rahatsız olanlar bulunabilir diye isimleri birebir vermeyeyim de ben, arkadaşlardan biri defasnta topu çok güzel kaptı ileri yolladı.. Kaptanla karşı karşıyaydık, arkasında da sinoplu kaleci vardı.. Sağıma çektim, e normal olarak, çalıma girmeden vurdum.. Defans tarafından mevlit akşamlarında trt'den duyduğumuz Allaaah nidası geldi, gol olmuştu.. Birbirimize sarıldık.. İnancın zaferi bu olmalıydı...

Kaptan "oolum sinoplu, Allah aşkına şu gol yenir mi yaaa, diye hayıflandı.. Nası lan ne varmış şu golde, köşeye taktım işte dedim.. Tanju'nun neuchatel'e attığı gibi falsolu yollamıştım.. Sana ne lan önüne bak filan derken, biraz arıza çıktı.. Neyse ki sağ duyulu insanlardık uzatmadık... Çok geçmeden golü yedik.. Sonra onlar öne geçti, biz yetiştik.. Güçler dengesi arasında kocaman fark vardı ama sahada ezilmedik, skor olarak da geri düşmedik.. Galiba onları Daum çalıştırıyordu..

"Evladım ! Durdurun bakayım şu maçı" sesini duyduğumda orta sahayı geçmiş kaleye doğru akıyordum.. Ama bir adım bile atamazdım, o sesti çünkü bu.. Sabah kontrollerinde saçı uzun olanları anahtarlıkla döven, spor ayakkabı giyenler yüzünden gazetelere kadar mevzu olan, lakabını Allahına kadar hak eden adam : Gestapo Fikret...

Net adamdı Fikret hoca. Kıvırmaz, çevirmez, doğrudan söylerdi.. Korkar ama severdik.. Söylediği şeyi yapardı.. Futbol sahası bahçenin alt tarafındaydı.. Arada 3 metrelik bir yükselti farkı vardı.. Hoca o duvarın üzerinde elleri arkadan bağlı ( dikkat, endişe nedeni ) bize bakıyordu.. Önünde toplandık, hocam iznimiz var terimiz soğuyo filan diye üstten üstten konuşurken bıçak gibi kesti : ne maçıymış bu gençler !

A takımı b takımı, eee okul takımına hazırlık, falan filan kıvırdık ama yüzünde net bir ifade vardı, ispiyolanmış olmalıydık.. Pal sokağı çocukları yine zordaydı, içimizden satış yemiştik, en kaldıramadığımız şey buydu.. Ama daha önce yapmamız gereken bir şey vardı, Fikret hocayı ikna etmek, yoksa okuldan atılabilirdik...

5 dakika sonra o masasında oturuyor biz de karşısında el pençe divan duruyorduk.. En baştan sormaya başladı.. Ne maçı olduğunu kimse söylemiyordu.. Söylenecek gibi de değildi.. Sonunda gündüzlü çocuklardan biri dayanamadı, teori maçı hocam dedi, yaratılış teorisiyle darwin teorisini destekleyenler filan diye devam ederken, sözü bu kez sertçe kesildi,, adı ne ooolum bu takımların... Artık kaçacak yer yoktu : İnananlarla inanmayanlar hocam dedi kaptan.. Ayrılın bakayım takımlar olarak sözü üzerine ikiye bölündük.. Bizim takımdan sadece bana baktı, dudağını büktü, kafasını salladı, sen ne arıyosun lan bu tmiye girilmez akımda dedi, kaptanım hocam dedim... İmamı sensen o camide namaz kılınmaz diye kendini mutlu etti, beni ezmeye çalıştı.. Kaale alacak durumum yoktu, kim söyledi hocam deyiverdim birden.. Bu sözü mü dedi, hayır dedim maçı kim ispiyonladı.. İspiyon kelimesini sevmemişti, kaynağını da elbette açıklamadı.. İlerde gazeteci olduğumda kendisini bu yönüyle örnek alacaktım...

Defolun lan sınıfa, ben size gösteririm, tehdidiyle uğurlandık.. Sınıfa girer girmez tarikatçı arkadaşa yöneldi bakışlarımız.. Hepimiz tek kelime etmeden gözlerimizle herşeyi sorduk.. O arkadaaş öğleden sonra derse gelmedi.. Ertesi gün de rapor aldı.. İspiyoncuyu bulmuştuk.. Döndüğü gün, tek dakika gecikmeden cezalandıracaktık.. Yatılı kültürü herşeyi kaldırırdı, ama ispiyonu ve arkadaşının kız arkadaşına asılmayı kaldıramazdı..

Tarikatçı çocuk dönmeden bir gün önce Fikret hoca bizi çağırdı.. Sahadakiler hep birlikte derste alınınca disipline gittiğimizi anladık.. Uzaklaştırma olabilirdi, acaba üstüne dayak da yiyecek miydik ? Fikret hoca bizi karşısına aldı, kısa ve öz konuştu.. İnançlarınız sizi bağlar, ama okulda böyle bir ayrıma gidemezsiniz, müdür duysa sizi öldürür filan diye devam ederken bizim gözlerimiz ışıldıyordu.. Bu üslup ceza almıyorsunuz demekti.. Öğretmen konuşmasını en ince şifrelerine kadar bilirdik.. Sözü uzatmadan tek cümleyle noktaladı : Rapordan dönen arkadaınıza tek kelime eden olursa hepinizi okuldan atarım...

Yıllaaar yıllar sonra o sahadaki çocuklar koca koca adamlar olduğunda buluştuk.. Bi gün mutlaka ekşi sözlüklere bile mevzu olan şu maçı tamamlayalım diye sözleştik.. Sonra en güzeli o haliyle kalması diye düşündük.. Çünkü maçı bitirirsek bir başka yarım kalan işi de tamamına erdirmemiz şart olurdu.. Ama Fikret hocaya söz vermiştik..

14 Ocak 2011 Cuma

sophia loren...

Sophia Loren filmini izlemek istemeseydik o kabusu yaşamacaktık belki, ama demek ki görmemiz gerekiyormuş.. İbo yüzünden çekeceğimiz varmış...

Samsum Anadolu lisesi'ndeki en en en hararetli yılımızdı, kesin ve net.. Yolumuz uzun ince miydi bilmiyorum ama gece güdüz yürüyorduk.. Lahmacun operasyonuna Sanchez güzelliğini ekleyen abilerin bir kısmı gece de rahat durmuyorduk.. Nasıl duralım, senenin sonu gelmiş çatmış, iki hafta sonra okul kapanacak, üstelik Ramazan.. Yani yatakhanenin kapısı sahurda açılıyor, biraz fazladan gezip eğlenmek için nefis fırsat.. Ama o gecenin yaşanma nedeni bu gezme isteğinden çom Ümit Dertli'nin annesinin yemekleri ve melanet hırkasını kendi eynine giyen dertler insanı Ahmet'in amaaan be Apo boşver cümlesinin verdiği rahatlık..

Derinlik sarhoşluğundan daha tehlikeli bir hal varsa yeryüzünde obezlik sarhoşluğudur.. Ümit'in annesi hamsi yapacak deyince Ahmet okul çıkışındaki tüm planlarımı ve randevularımızı iptal ettik.. Doğruca soluğu havaalanı yolundaki teras katında aldık.. Daha önce Yazgan hocanın (nur içinde yatsın ), okul takımına antrenman yaptırırken bizi koşturduğu yolu o günlerden daha hızlı aştık.. Terasta babasının doyumsuz sohbeti eşliğinde beklerken Ümit de annesiyle bize ziyafet sofrasını hazırladı.. Karadenizli olmayanların gerçek anlamını kavrayamayacağı tanrıların balığı tabaklarda bir göründü bir kayboldu.. Her yeni tava piştiğinden daha kısa sürede hak ettiği yere gönderildi.. Ülkenin sosyal durumunu salataya katıp, eğitimin gerekliliğini balığın üzerine sıkıp yedik.. Ne de olsa erkeğin her yerine giden yol midesinden geçtiği için tüm bilgileri 5 kilo balıkla birlikte aldık.. Zaman ayamama deresi gibi akıp geçti, saate bakmak THY uçakları gibi rötarla aklımıza geldi.. Yatakhanenin kapanmasına 15 dakika vardı.. O gün cumaydı, etüd yoktu, ama kapı kapandıktan sonra yoklama alınıyordu.. Son tava masaya yeni gelmişti.. Hemen kalkıp gitseydim, tarihin akışı değişecek, belki de bugün sol iktidarda olacaktı.. Ne ?

Efendim, bizim gündüzlü Ahmet dedi ki, Apo birader, zaten bugün cuma, yarın da yoklamaya girmezsin, Ümitlere evci çıktım dersin, olur biter.. Zaten elim balığa çoktan uzanmıştı, mevzunun ayrıca uzamasına gerekyoktu o bakımdan.. Üzerine helva bile ekledim ziyafetin.. Eve girdiğimde icin ali çizemezdim ama o an mutluluğun resmini yapabilecek kıvama gelmiştim Abidin...

Teşekkür ettik, elinize sağlık dedik, henüz yüreğine sağlık lafı Türkçemiz dahilinde değildi, iyi ki varsın'ın kıyısından geçmemiştik.. Evi terkettik, madem ki evciydik, yatakhaneye sahurda gidecektik, millet yemekteyken biz üst kata sızacaktık.. Arada vakit geçirmek için Muhit en iyi adresti.. Taş döşeyen arkadaşlara bakar, birer çaylarını içerdik.. Hatta hesap restleşmesi varsa buna lahmacun ve kola bile eklenirdi ilerleyen saatlerde.. İçeri girerken aklımızda böyle güzellikler vardı ama üç saniye Tarantino filmi gibi terse döndü herşey.. Gün batımında kahveye girdik, keşke şafağa kadar çıkmasaydık.. İçerde bizden iki masa vardı.. Ooooo üçüncü mağdur masa geldi nüktesiyle karşılandık.. Hayırdır, nooluyo demeye kalmadan devamı geldi "Yoklamayı Dali aldı oolum, gelmeyenlerle pazartesi hesaplaşırız dedi".. Eyvahtan birkaç fersah ötedeydik.. Tanısanız siz de eyvah derdiniz.. Yatakheni müdür muaviniydi.. Öncekilerin aksine, neredeyse evi bellemişti orayı.. Ani saatlerde gelir, dolaplarda sürpriz aramalar yapar, delikanlım diye başlayan insanın canından bezdiren keskin cümleleriyle hesap sorardı.. Adını yaptığı resimler yüzünden değil dursun ve ali'nin kasıltmasından alıyordu ama bıyıkları zatı muhtereme de benziyordu ne yalan söyleyeyim.. Salvador arkadaş ne kadar sürrealistse bizimki o kadar gerçekti.. Yaptıkları yapacaklarının teminatıydı ama yanına bile yaklaşamazdı...

Battı balık yan gider lafı için en uygun zamandı, hamsiden dönenin fibulası kırılsın diye oturduk masaya.. yeşil beşler, mavi 13'ler bizi aldı götürdü pazartesi vereceğimiz hesap stresinden.. Çünkü ondan önce giderek kabaran başka bir hesap vardı.. İlk hesap Seyit'e yüklendi, ikinciye kimsenin eli gitmedi.. Tevfik, ben yatakhaneye gidecem dedi, İbo ona destek verdi.. Muhit'ten çıktık, yol boyu yalvardım.. Yapmayın etmeyin, ya gitmediyse evine, yakalanırsak biteriz, lan oğlum hiç mi dışarda kalmadık, gibi cümlelerim uzayın derinliklerine doğru yol alırken biz spor salonu tarafındaki arka girişe gelmiştik bile.. Ne yazık ki, okul yolu, uzay yolundan daha kısaydı.. Son bahaneleri üşüyorum oldu.. Oha mayıstaydık, olsa olsa tatlı bir esinti vardı, ceketimi vermek istedim, gömleğimi bile teklif ettim, nafile...

Tevfik yeminliymiş, dışarda sabahlamamaya, İbo karizmasını çizdiremezmiş, o zaman bu kelime var mıydık, ya da karşılığı var mıydı hatırlamıyorum ama geldiği anlam buydu işte.. Seyitle birbirimize baktık, tatar çekiği gözlerimizle anlaştık.. Biz dışarda kalacaktık.. Keşke de kalsaydık.. Ama ona da izin vermediler, girişleri biz biliyorduk, onları en içeri kadar götürecektik..

Bu dehlizi yeni bulmuştuk.. Arka tarafta biz mazgalda iki demiri sökmüş, takılı gibi bırakmıştık.. Onları kaldırıp kilitli gibi görünen pencereyi de açınca bodrum katına ulaşmış olduk.. Yoklamanın alındığı televizyon odasının katı demirli olduğundan üst kata çıkmamız gerekti.. Zaten doğruca odalara sızmamız lazımdı.. Bizim katın merdiven başında derin bir nefes aldık.. Çevrede ses seda yoktu, demek ki herkes televizyon odasındaydı, Dali yoklamayı aldıktan sonra evine gitmişti, yoksa bi kadar televizyon izletmezdi.. Kader cümlesi o anda kuruldu : Sophia Loren'in filmi var oğlum dedi İbo, izlemezsem olmaz.. Sırf onun için girdim yatakhaneye.. Madem hoca gitmişti, korkacak bir şey yoktu, boşver lan filmi uyarıları yine anlamsız kaldı.. Dörtlü kaderlerine doğru basamakları indi, tam televizyon odasına yönelmişti ki, karanlık koridorda o ses yankılandı " Nereden böyle delikanlılar" Tahmin edeceğiniz gibi son kelimenin tamamı ve sonrasında her hecesi ayrı ayrı tekrarlandı, tüm duvarlarda tek tek yankılandı.. Geri dönemiyorduk, dişçiye gitmemek çürüğü geçiriyormuş gibi öylece bekliyor, korkunun tarihte ilk kez ecele fayda etmesini umuyorduk..

Kime diyorum" cümlesi bizi o düşten uyandırdı.. Cuma banyosunu kaçırmıştık ama belli ki hamamdaki kaynar sular benim için saklanmıştı.. Hepsinin üstüme boca edildiği hissinden ayılmamı sağlayan üçüncü cümle oldu.. Dali açık ve net nereden geliyorsunuz diyordu.. Çabuk toparlandık, yukardan hocam, televizyon izlemeye iniyorduk".. Kül yutması mümkün değildi.. Çünkü çıktığı karanlık koridorda sadece tek oda faaliyetteydi; Mescit.. Evet adam mescitte saatlerce beklemiş ve bize tuzak kurmuştu.. Atatürk haklıydı, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalıydı.. Adam dini siyasete alet etmişti işte.. Bizim arka girişi tahmin etmiş, mescitte muhtemelen tespih çekerek bu anın hayaliyle sabretmişti..

İlk tokat Seyit'e indi.. Yoklamada göremedim sizi cümlesine şrraak sesi eşlik etti.. İkinci darbenin hedefi odamızdaydık hocam biraz hastaydık da diyen İbo oldu.. Yüzü aydınlandı, bir an Sophia Loren'e benzettim Tokat'ın esmer delikanlısını.. Bu aydınlık Tevfik'in zihnini açtı, nereden geldiğimizi hatırladı, Dışarda girdik hocam dedi.. Ben hani bana hani bana demedim.. Çünkü istediği cevabı almıştı.. Buyrun oraya gidelim sözünü emir telakki ettik.. Saygılı çocuklardık vesselam..

Sanki bilmiyormuş gibi alt kattaki pencereyi, mazgalı hepsini gösterdik kendisine.. Hatta Barış'la tombul Çağlar'ı son anda geri çevirttik.. O sırada mazgala inmek üzereyken kurtardık..

Hoca bizi odasına götürdü macerayı dinledi.. En iyisi doğruyu anlatmak diye düşünüp, aslında geç kaldık, arkadaşın evinde yemeğe davetliydik, oradan da doğruca buraya geldik.. Kapıya geldik, vurduk kimse duymayınca, arkadan girdik dedik.. Hemen inandı, bu nedenle bizi herkesten iki hafta önce ailelerimize kavuşmamız için memlekete göndermeye karar verdi.. Saat 10'da kontrole gelecekti ve biz burayı termetmiş olacaktık.. Okuldan mı atılıyorduk, yatakhaneden mi bilemedik.. Ailerere anlatılacak iki şahane durum vardı ortada.. Acaba hangisini daha çok beğenirlerdi ?

Evet öyle oldu, gece uyuyamadık, Tatlıses olan İbo'nun hesabım var adlı eserini kendimize armağan ettik.. Sabaha kadar ulan şöyle olsaydı yakalanmazdık, ben sana demedim mi filan diye başlayan cümlelerin üzerinden 6 bin kere geçtik.. 10 olmadan yatakhaneden çıktık ama valizlerimizi almamıştık, pes edemezdik çünkü..

Konuyu en iyi değerlendireceğimiz yerde, Muhit'te toplandık.. Tevfik ve İbo pes etmişti ama Seyitle ikimiz yılmadık.. Bir kez daha konuşacaktık hocayla.. Yatakhaneye çıktık.. Kapıyı çaldık, cumartesi bile orada olmasını olumlu bir işaret olarak gördük, aradaki formaliteleri atlayıp doğrudan yalvarmaya geçtik.. Tek isteğimiz sene sonuna kadar burada kalmaktı, sonra nakilimizi aldıracaktık.. Yoksa ailemize anlat,amazdık.. Bizi bıyığıyla dinledi.. Kalbine giden yolu bulmuş olmalıydım.. O da babaydı.. Tamam dedi, ama sene başında burada görürsem yatakhaneden değil okuldan attırırım...

Yazın yaptıklarımı anlatmayayım, kuru fasulye pilav, şimdi Toki konutları olan çayıda maç, Türk filmi, tutti furutti, falan filan.. Aylar boyu babama durumu anlatacak bir fırsat kolladım.. Ama o an hiç gelmedi.. Sene başında valizimi topladım doğruca Samsun...

Yatakhanenin önüne hava aydınlanırken vardım.. Benden sonra ilk kim geldi tahmin edin.. Evet Seyit.. Uzuuun bir nöbetin ilk saniyelerinde sarıldık.. Valizleri kapının kenarına koyduk ve beklemeye başladık.. Saat 8'de o iri cüssesi ve asık suratının altında sımsıcak bir kalp bulunan hocamız geldi.. Canım hocam bakışımı attım, acıklıydım.. Seyit çekik gözlerini iyice büzdü.. Ayumi gibi oldu.. Hoca bize sadece kafasını salladı ve içeri girdi.. Tam 8 saat bütün yatakhanenin kaydını yaptı bize bakmadı.. Yemek yemedik, tuvalete bile gitmedik.. Baktım yoktunuz ben de vazgeçtim cümlesine karşı önlem aldık.. Gidin demediğine göre, kalabilecektik.. Saat 16.55'te çağırdı bizi.. Sürenin dolmasına 5 dakika kala.. Bir söz vermiştiniz dedi.. İbrahim ve Tevfik sözlerinde durdu nakil oldu diye olası savunmamızı ağzımıza tıkadı.. Ama bütün yaz boşa geçmemişti.. Denedik hocam dedim, ama burayı terketmeye kendimizi ikna edemedik.. Sizin için zor bir yıl olacak dedi, tek bir ütede geç kalırsanız, bitiririm.. Haa bir de 50şer lira kayıt parası rica edeyim.. Tam 7 yıldır vermediğimiz kayıt parasını almanın hazzı bile bizi affetmesi için yeterli nedendi.. Parayı verip kapıya doğru döndüm, arkadan gelen ses beni bambaşka bir insan yaptı.. Tek bir etüd bile dedi yeniden..

Sonrası askerliğe ilk idman.. Tam 1 yıl tek etüde bile geç kalmadım.. Arada elbette bazı maceralar yaşadım, ki ilerde anlatırım, ama hepsinden arkadaşlarım sayesinde sıyrıldım.. Ne zaman hamsi yesem bu geceyi hatırlarım, ve ne zaman Sophia ablamızın filmini görsem İbo'yu en narin cümlelerle anarım.. Ana fikir : hamsi kesinlikle tavada yenir...

10 Ocak 2011 Pazartesi

sanchez...

"Oolum açın lan şu kepengi biraz, boğulacaksınız" diye girdi içeri Tayfun.. Sadece yarım saat geç gelmişti ve içerde göz gözü görmüyordu.. İçeri diyorum çünkü, oda mı, bölme mi, zula mı, ne desem bilemedim..

Lahmacun operasyonuna imza atan çocuklar için okulla etüd arası ya da haftasonunun değişmez adresiydi burası.. Samsun fuarını ya da gençlik parkını bilenler hemen çözer yeri.. Giriş kapısından sahile doğru giderken tam tren yolunun kenarını düşünün.. Derme çatma üst geçidin dibinde, solunuzda o zaman Samsun'un en güzel halı sahası duruyor, sağınız gençlik parkının bitimi.. Dışardan bakıldığında bira satan küçük bir yer, ama asıl oda içerde.. Aaa oda dedim, tamam oda olsun adı madem..

Bugün buradan bakınca bir acayip çocuklarmışız sahiden de, güzel çocuklarmışız bildiğin.. Zor yıllardı.. Malum darbeden hemen sonraki sene okula başlayan talihsiz ve kimliksiz neslin, kendine kimlik arayan çocuklarıydık. Dersten sınavdan konuşmazdık pek, politize olmak için erken gibi görünse de yaşlar pek çok şey biliyorduk.. Daha doğrusu içimizde bilenler vardı, onlardan öğreniyorduk..  En acayibi bambaşka siyasi görüşlerimiz olmasına rağmen okuldan kolkola çıkıyor, yatakhaneye omuz omuza giriyorduk.. Bu  ikincisi biraz da ayakta durablimek içindi tabii ama olsun...

Uzatmadan sizi içeri davet edeyim.. Samsun Anadolu Lisesi'nin güzel çocukları okul çıkışında kalabalık bir grup olarak inerdik hastane yokuşundan aşağı.. Sağlı sollu dükkanlara cebimizdeki son parayı harcamamak için pek bakmaz, çiftlik caddesini dikine geçtikten sonra fuar girişine yaklaşınca şarkıya türküye başlardık.. Kimi zaman cemo dökülürdü dilimizden kimi zaman güle baykuş kondurmaz küstürüp soldurmazdık.. Bugün iş çıkışında buluşan, ya da yıldönümü yemeklerinde piste inmek için üçüncü dubleyi bekleyen ağır abiler, çekingen ablalar gibi değildik, sarhoş olmak için az sonra içeceğimiz biraya ihtiyacımız yoktu aslında.. ( İçeceğimiz dediğime bakmayın, ber grubun ayık çavuşuydum)

Bizi hep o sakin tavrıyla karşılardı mekan sahibi abi.. Sessizce iç kısma süzülürdük.. İçerisi yani oda siz deyin 9 ben diyeyim 10 metrekare bir yerdi.. Tek gözdü, camı penceresi yoktu, sadece yan tarafından bir kepenk vardı.. Yük trenleri geçerken içeriye toz duman dolmasın diye pek açtırmazdı abi o kepengi.. İçen arkadaşlara çaktırmayın ama asıl neden sarhoş olup tren geçerken raylara inmelerinden korkmasıydı.. Duvarlara paralel sıralanmış oturaklar vardı, önlerinde de küçük uzunlamasına sehpa.. Üzerinde pek bir şey olmazdı zaten, kül tablası ve bardaklar.. Mezeye para yoktu malumunuz, doritos da henüz çıkmamış.. Daha ilk bardaklar kalkarken Ahmet başlardı "Ben melanet hırkasını kendim giydin eynime" diye.. Ar namus şişesini hep beraber taşa çalardık sonra.. Güle baykuş kondurmayan çocuklar yare birşey söyleyenlere fena  bozulduklarını anlatırlardı ilk bardağın dibine doğru.. Herkesin derdi başkaydı, kimi yüz bulamamış, kimi içine atmış.. Kızların ömrü ikinci bardağa kadar, sonrasında daha güzel bir hayat olamaz mı lan bu ülkede.. Olur be abi o zaman Burak veda busesini söylesin.. Yoook daha zamanı değil,, Adam inat kardeşim, keyfi olsun yüz tane söyler, zamanı değil dedi mi kelleyi al ses alamazsın..

Tam Çeçilin çerefine kaldıracakken "hooooooooopppp, yeeees, diyez Ramireeeezzzz.." İşte geldi, mekanın isim babası, ilk gençliğimizin halk kahramanı.. Kısa boylu, uzun siyah sakallı, saçı üsten dökülmüş yanlardan ve ense üzerinden kıvırcık, gözleri kısık.. Üzerinde genelde pek parlamayan ama dökülmeyen giysiler var.. Böyle Ahmet Kaya Suphi'yi söylesin gözünüzün önüne bir adam gelsin, işte o Sanchez.. Zaten Ramirez'den sonra en güçlü sesiyle öyle bağıırırdı.. Çok konuşmazdı, bira bardaklarını boştan alır doluya çevirirdi, para sormazdı, muhtemelen arada gidip denize tükürürdü, ama biz konuşunca kızmazdı.. Kimse bilmezdi nereli olduğunu, açıkçası ben merak da etmezdim.. O haliyle egsaneydi benim gözümde.. Devrimden bahsederdi, insanlıktan; kısa ve öz konuşurdu.. Sonra yeniden içeri giderdi.. Ne zaman içerde hararetli bir tartışma olsa, çocuklar birbirine efelense, yeees diyeez diye dalardı içeri.. Akil adamdı, sakin adamdı, o kepengi de bir tek o açardı.. Hava alındığına ikna olunca da kapatırdı..

Orası açılmazsa gerçekten birbirimizi göremediğimiz anlar olurdu.. 10 metrekarede 20 kişiden fazla olurduk bazen.. Pal sokağı çocukları gibiydik.. Bana sorsanız çok fazla Boka'mı vardı.. Ahmet, Tayfun, Erkal, Burak sert adamlardı.. En güzel Umut içerdi ama, sonra da türkü söylerdi.. Seyit pek göze batmazdı, Kubilay çabuk koyverirdi kendini.. Nemeçeklerimi vardı alt sınıftan, Amoliler Mustafa'lar.. Benim görevim her türlü şarkıya eşlik etmek, kafalar güzelleşince unutulan satırlarda sesimi yükseltmekti.. Unutmayacak kadar ayık, kaynaşacak kadar güzel olurdum yanlarında.. Ne de olsa muhabbetin içindeki alkol oranı kolonyadan bile fazladır..

Sonra etüd vakti yaklaşır.. Asıl iş o zaman başlar.. Arkadaşların yatakhaneye gitmeye ikna olması gerekir.. Zordur kalkmak oradan.. Size dumanlı hava sahası gibi geldi ama sığınaktır bu küçücük oda o çocuklara.. Dumanların arkasına saklanmaları erken yaşta dünyayı saklanacak kadar tanımalarındandır belki.. Çok küçük omuzlarına binen yükü girişte bırakabilmeleridir belki onları oraya götüren, ve yeniden o yükü almak istememektendir belki kalkmamaları.. Bu yüzden madencinin türküsüyle demir attım yalnızlığa şarkısını aynı hisle söylerler... Güzel günler göreceğine inanan çocukların kardeşleridir onlar.. Kayıp yılların kendini bulmaya çalışan çocukları... Zordur oradan etüde gitmek elbette..

Ama önünde sonunda çıkılır işte yola.. Samsun'un iş çıkışına doğru kalabalıklaşan caddeleri tek tek aşılır.. hastane yokuşunu tırmanırken bir hüzün çöker hepsinin üzerine.. Evine giden yüzlerce kişinin arasından özlemle geçerler biraz.. Ama çabuk atlatırlar yüksek sesli bir türkünün gölgesinde.. Gündüzlü çocuklardan Çuha evinin sokağına giden sapakta o türküyle veda eder hep.. Bugün de ölmedim anne der kalabalığa karışır..

O demir kapı bir şekilde aşılır, o çocuklar etüde yetişir.. Bugün kimi Bursa'da, kimi Adana'dan.. Ankara'nın nabzını tutan da var, İstanbul'da öğretmenlik yapan da.. Hepsi hala yes diyes hepsi biraz Ramirez.. Bu hikaye elbette burada bitmez, çünkü daha son sözü söylemedi Sanchez...

7 Ocak 2011 Cuma

lahmacun...

"Kod adı lahmacuuunn" diye çınladı bir anda yatakhanenin koridoru.. Etüdün ikinci bölümü yeni başlamış, tüm sınıf derse girişmeden muhubbetteydi henüz.. Belliydi zaten bu sesin geleceği, akşam yemeği faciaydı çünkü.. Normalde insanların askerde kara şimşek diye namlandıracağı, dönemin yeşil protein pompalamasının baş aktörü mercimek bulgurla taçlanmıştı.. "Aaa daha ne istiyorsunuz, ikisi de şahane" diyenlerin bizim yemekhanede pişeni görmesi gerekirdi açık söyleyeyim.. Hepimiz aç dönmüştük etüd arasından, kulağımız bu sesteydi...

Tek tek cebini yokladı etüd sınıfının yurdun dört bir yanından savrulup gelen ergenleri.. Her bi memleketten vardık sahiden de.. O zamanlar Anadolu liseleri böyle her sokağa saçılmamıştı henüz.. Önemli mevzuydu o sınavı kazanmak.. Kim hangi ildeki okulu tutturursa parasız yatılı sınavına da girer, ailesinden kopar giderdi erken gurbet yoluna.. Biz de öyleydik işte, kimimiz Sinop'tan kimimiz Kastamonu'dan, bendeniz Ankara'dan, Önder taaa Fethiye'den mesela, Tevfik Isparta'dan, Hakan, Murat, Çağlar Tokat'tan.. 11'imize basmamışken buluşmuştuk bu taş yapıda.. İlerde uzun uzun anlatırız elbet, o çocukluk günlerini, daha 17sinde bize dev gibi görünen ağabeyleri, bizim için halk kahramanına dönüşen Hüseyin ve Tamer'leri, Rambo Leventleri, Frtınaları, Şükrüleri.. Ama önce operasyona dönelim..

Koridoru dolduran ses Fethi'nindi.. Bafra'nın yakışıklısıydı Fethi Turan.. Akıllı da çocuktu.. Ama kahramanımız o değil Taylan'dı.. Dördüncü sınıfların Etyopyalısı.. Yok yok Afrikalı değldi çocukcağız, ama inanın o belgesellerde gördüğünüz zayıf çocuklar gibiydi.. Kısacık boyu, çıkık elmacık kemikleri ve tıpkı onlar gibi her durumda gülen yüzüyle neşe kaynağımızdı.. Çok dalga geçerdik, çok kızardı, ama kısacık boyuna rağmen kocaman bi yüreği vardı, hoşgörür, güler geçerdi sonradan.. Lahmacun denince adı değil doğrudan kendisi gelirdi hepimizin aklına.. Tam biçilmiş kaftandı çünkü.. Hem fiziği hem çevikliği hem cesaretiyle..

Etüd sınıfları, akşamları 300 kişi tıkıldığımız gri binamızın ilk katındaydı.. Yerden epey yüksekti ama, yağmurluklar tam atlanacak mesafedeydi.. Bu yüzden birinci kat pencereleri demirliydi.. Kafesi andıran bu demirlerle duvar arasındaki boşluktan ya hazırlık sınıfındaki çocuklar sığabilirdi ya da küçük dev adam Taylan..

Kiminin cebinden iki lahmacun parası çıktı, kimi tekini bile denkleştiremedi.. Olanlar olmayanlara koltuk çıktı, para tamamlandı.. Taylan'ın payı da eklendi; ee bunca riskin üstüne bir de para verecek hali yoktu çocuğun..

Taylan en köşedeki sınıftan sessizce dışarı sızdı..Erketeye yatanlar dışardan bekçi Hasan abiyi, içerden belletici hocaları kolladı.. Taylan en müsait anda kedi kıvraklığıyla yağmurluğa indi, ve Çarşamba mahallesinin sınır noktasındaki pideciye doğru gölge gibi süzüldü..

İşte bundan sonrası çok sıkıntılı bir bekleyişti.. Çünkü lahmacun operasyonu müdür muvaninin kulağına gitmiş, gözü üstümüze çevrilmişti.. Hatta "kim akşam acıkıyorsa, bizzat ben ona yemek götüreceğim, kimse etüdden kaçmasın" diye zarf bile atmıştı.. Ama 15 yaşında olmamız bize ait olmayan zarfları açacağımız anlamına gelmiyordu.. Ne de olsa aile terbiyesi almış çocuklardık, sadece kendi mektuplarımızı açardık...

İki kişi sürekli pencerede bekledi dönüşümlü olarak.. Eğer Taylan'ın dönüşü belleticinin ya da Hasan abinin tur zamanına denk gelirse mutlaka dikkat dağıtılacaktı.. Tüh ulan şom ağızlı.. Bak oldu bile.. Önce bir düdük sesi duyuldu, sonra Hasan abinin bağırtısı : Kim lan oooooo

Penceredekiler anında devreye girdi, Hasan abi nooluyo yaaa ders çalışıyoruz çıkışını, diğer pencerelerden yükselen sesler izledi.. Abi Çarşamba mahallesinden gelmiş olmasınlar,geçen kapışmıştık ya, Abi dün de sen yok muydun, bu Kadir dayı paso yatıyo, hep sen çalışıyosun haaa.. Hasan abi fiş lazım mı abi, malum ay sonu, zarf boş kalmış olmasın...

Girin içeri çocuklar, kafamı bozmayın uyarısına içerden ikinci tehlike eklendi.. Belletici hoca Konyalı Ahmet Nöooluyo bakeem diye tam da bizim sınıfa daldı.. Haliyle ona da ayrı bi ekip gerekiyordu.. Aniden herkes gülmeye başladı, adam kendini cenderenin ortasında buldu.. Kime yönelse otur, sus, lan dur diye isyan etse öteki taraf karışıyordu.. İteyim, kakayım, hepinize çakarım filan derken hoca pencereden uzak tutuldu.. Kim var dışarda, nooluyo diye bir iki daha çabaladı ama o sırada diğer bölümde operasyon tamamdı.. Taylan, bu kez kedileri bile kıskandıracak bir çeviklikle içeri alındı.. Daha önceden kapalı halde bırakılan ama kilitlenmeyen koridor ucu penceresi acil durum girişiydi.. Neredeyse düz duvara tırmanmak gerekiyordu ama can havliyle atılan biri için aşılamaz engel değildi.. Binanın yan tarafında olduğu için ne bekçi uyanabildi, ne hoca..

Taylan içeri sızdı ama binaya giren yalnız o değildi tabii.. Kesiften öte, buram buram bir koku adım adım ilerleyecekti şimdi..  Fırından yeni çıkmış lahmacunu nere soksanız kokusunu gizleyemezdiniz.. Hocanın acilen odasına gönderilmesi şarttı..

Operasyonda ikinci bölüm başladı.. Baştaki sınıfta iki kişi kavgaya tutuştu.. Sen kimin anasına laaannn naraları gelince hoca apar topar o tarafa yöneldi.. Etüd sınıfları karşılıklı diziliydi.. Bir taraf okul bahçesine diğeri spor salonunun bulunduğu ağaçlı karanlık tarafa bakıyordu.. O tarafta yağmurluk olmadığından çok yüksekti.. Taylan anında o sınıflardan birine sokulu ve lahmacunlar pencerenin dışına kondu.. Tehlike geçti, kavga edenler öpüşüp barıştı.. Belletici bir şeyler sezip ortaya çıkaramamanın tatlı gerginliğiyle olay yerini terketti..

Doğrusu fazlasıyla hak etmiştik karnımızı doyurmayı.. Hocaya en uzak sınıftaki pencere açıldı ve lahmacun operasyonu kahramanları oraya doluştu.. Önce poşetler açıldı, sonra kağıtlar.. Fırıncının gariban parasıyla alınana üç kağıt yapılmaz sloganıyla harbici pişirdiği dünya güzelleri sıralara kondu.. Fındık lahmacundan hallice, bol baharatlı ağzımıza layık... Karın değil ruh doyuran lahmacunlar özenle mideye indirildi... Taylan'ın elindeki almaya niyetlenenler hafifçe hırpalandı..

Nereden mi aklıma geldi ? Samsum Anadolu Lisesi'nde yatılı okuyanlar yediği içtiği herşeyde o günleri hatırlar.. Ben de lahmacunun kaşarlısı çıkmış vaaay diye sipariş ettiğimiz bir akşam öyle dalıp gittim de geçen gün, yazmak bugüne kısmet oldu.. İlerde size 4 ranzalı, mavi gri karışımı odalarımızı, sahura kadar kaçış maceralarımızı, Sophia Loren yüzünden yakalandığımız geceyi de anlatırım.. Şimdi siz içinizdeki lahmacun arzusunu bastırmakla uğraşın...

4 Ocak 2011 Salı

arhavi...

arhavi...

Championship manager oynarken karar aldık bir baktık yoldayız.. Nuraydın'la ben, İlkay ve Türkay'ın yanına kendimizi katık ettik Artvin'e gittik, tatili Arhavi'de büyükbabalarının evinde geçirmeye.. Tatile değil insanlık dersi almaya gidiyormuşuz meğer, yaşadık öğrendik...

Yol harbiden başlı başına bir deneyim, uzun mu uzun..22 saatlik sabır sınavı.. Uyu, uyan, mola ver, sohbet et, yer değiştir, muavinle klima kavgası et, git Allah git, bitmiyor.. Mesafe uzadıkça merak artıyor haliyle, İlkay; durmadan büyükbabayı anlatıyor; biraz aksidir haa ona göre diyor, çok keyifli adamdır ama damarına basmamak lazım.. Kulakta delik yok ama yine de küpe yapıp sabahı bekliyoruz.. Tam gün aydınlanmak üzereyken giriyoruz Arhavi'ye.. Ve bizi "merak etmeyin insanlık ölmedi" heyeti karşılıyor.. Zaten sonrası her anıyla kıssadan hisse...

Otobüs çay ocağında durduğunda gözlerimizi zor açacak haldeydik.. Zalim uyku tam da yolun en sonunda, gecenin güne kavuştuğu yerde bastırır ya hep, yine öyle oldu.. Görevin son demindeki gece bekçisi misali indik otobüsün orta kapısından.. "Vakit çok erken, ne minibüs çalışmaya başlamıtır köye, ne de büyükbaba gelmiştir" dedi İlkay.... Çay bahçesinin kenarında ne yapsak diye konuşurken "La ne beklisiz ayakta, ha buraya gelip bi selamün aleyküm demek yok mu" uyarısı nerede olduğumuzu hatırlattı.. İnsaniyet, hal hatır, selam sevgi mahallesinin orta yerindeydik.. Sabah namazı için toplanan yaşlı amcalar bize çay ikram edip kime geldiğimizi sordu, büyükbabanın adını verince iyice keyiflendiler.. İlkay'la Türkay'a kendi küçüklüklerini bal kıvamında anlatıp büyükbabaya şaka yollu yüklendiler gıyabında.. Sonra bir taksi yanaştı çay ocağına, kaşla göz arasında çağırmışlar meğer.. Böyledir ya Anadolu insanı, iyilik yapar hissettirmez, tezahürat sevmez..

Uzatmayalım, bindik taksiye düştük köy yoluna.. Ömrümde bu kadar yeşili birarada görmemiştim.. Ağaçlar sadece bir yol geçecek kadar boşluk bırakmıştı.. O aradan görünen gökyüzü de mavinin aslında ne olduğunu anlatıyordu.. Sabahın ilk ürkek ışıklarını gönderen güneş, pastoral şiiri tamamladı.. Biz de bu şiir eşliğinde büyükbabanın evine vardık.. Büyükannenin geniiiş sevinç nidası içimizdeki son uyku kırıntısını da yok etti.. Karadeniz'in köyleri malum, evlerin arasında uzun mu uzun boşluklar var.. Her birinin mesafesi en az 250 metre.. Ama büyükanneyi duymayan kalmamıştı herhalde.. Zaten onlar da az sonra tüfek sesiyle durumdan haberdar olacaktı.. Büyükbaba heybetli adamdı, 70lerinde olmasına rağmen dimdikti.. Sesi gürdü, sondaki y'leri söylemediğinden İlkaaaa, Türkaaaa diye bir gürledi, dedim Apo aman dikkat, ters gitme, adam bildiğin delikanlı...

Hikaye böyle başladı, büyükbaba geniş balkona çıktı pompalı tüfeği birkaç kez patlattı.. Allah ne oluyor demeye kalmadan diğer evlerden cevap geldi.. Sevinç paylaşımı yapıldı, birazdan kapı ardarda çalındı.. Komşular gözünaydına geldiler, de bakalım diye sıktık diye sordular, torunları görünce hoşgeldin deyip gittiler..

Evde ne var ne yok kahvaltı masasına doldurdu büyükanne, doyumsuz süt ürenlerini enfes sohbetiyle birleştirip sundu bize.. İki lafın arasında torunlarının yüzünü sevdi, bize göz kırptı.. Lezzetli insandı yeminle, peynirle tereyağıyla karnımızı, insanlığıyla ruhumuzu doyurdu..

Kahvaltıdan sonra köyde gezintiye çıktık..  Ne acayip güzel bi yermiş kardeşim bu Arhavi.. Hani şu dipecilerde uotoğraflarını gördüğümüz, iş hayatından bunaldıkça "böyle dere kenarında bir ev olacak, etrafında ağaçlar, kuş ve su sesinden başka bir şey duyulmayacak" filan diye atıp tuttuumuz anlardaki yer var ya orası işte.. Cennetin yeryüzündeki küçük ölçekli yansıması.. İnsanları desen kartpostal gibi, hepsi güleryüzlü.. Aslında çileleri senden benden fazla.. Köyün gençlerinin tamamı büyük şehirlere göçmüş.. Meyveler dallarda çürümüş, çaylar yarıcılara verilmiş, güzelim topraklar her yönüyle işlenemez olmuş.. Ama gelin görün ki yaşam sevinçlerine zerre etki etmemiş darbeler.. Kentten gezmeye gidip "ay çok güzel yaaa" şaşırmalarıyla gezenlere biraz gıcıklar.. Bu yüzden olsa gerek, "abi ne güzel yerde yaşıyosunuz" diye onları teselli etmeye çalıştığımızda bize "şortla gezerken nefis yerdir, isterseniz şu boş evleri size verelim, çay ekip yetiştirin" dediler.. Köydeki evlerden samimiyet ve daha biz olmamışız derslerini alıp eve döndük.. Babaanne laz gelinlerin marifetlerini anlattı durdu akşam boyu.. O kadar sıcak anlatıyordu ki, finans sektöründeki son gelişmeleri ya da televolenin özetini geçse yine dinlerdik...
Ertesi sabah uyandığımızda ne kadar dinç olduğumuza kendimiz bile hayret ettik.. Yol yorgunluğuna rağmen 6 saat uykuyla canavar gibiydik.. Dereye girip iyice açıldıktan sonra Arhavi'ye indik.. Bu kısa ziyaretin de derse dönüşeceğindenr habersizdik...

Neden bilmiyorum biraz sahilde yürüyüp deniz havası aldıktan sonra doğruca bir bilardo salonuna gittik.. İkişerli takımlar halinde masaya dağğılıp ilk vuruşları yapmıştık ki küçük grson geldi; "ağabey çay vereyim mi" dedi, 2 çay iki de gazoz diye savdık başımızdan.. 5 dakika sonra tekrar geldi çocuk, aynı şekilde çay sordu, sağol koç dedik su istedik.. 10 dakka geçmedi bi daha geldi, biraz sinirlendik.. Al işte, yeşil, dere, huzur filan bir yere kadar, insanın olduğu her yer aynıydı...

Oyunu birkaç dakika erken bitirip kasaya yöneldik.. Yeniden sahile gidip huzur tazeleyecektik.. 55 dakika bilardo iki gazoz 2 su dedik.. Abi çaya para almıyoruz dedi kasadaki adam.. Orada ölmek istedim.. Çocuk çevrede olmasın, o anı görmesin diye birkaç parmağımı verirdim.. Gördü ama hiç de öyle nooldu der gibi bakmıyordu.. Güle güle abi, yine bekleriz dedi sadece.. Derslerimiz aralıksız devam ediyordu..

Sahile yine kısa turla uğrayıp köye dönmek üzere minibüse yönelmiştik ki, Nuraydın markete uğrayıp birşeyler alalım, elimiz boş gitmeyelim ayıp dedi.. İlkay, dede kızabilir dedi ama biz ısrar ettik, deterjan şudur budur aldık torbalarla minibüse vardık.. 5 kişilik boş yer vardı, arka dörtlüyü doldurup hareketi beklemeye başladık.. Ama o an bir türlü gelmiyordu.. Kimse de gıkını çıkarmıyordu.. 30 dakkayı geçmiş ama minibüs tık dememişti.. Hatta şoför ön koltuktakilerle birlikte aşağı inmi sohbet ediyordu.. 40. dakika filan bindiler, gaza bastık.. Ama köye doğru değil ne yazık ki.. İlçenin dışındaki benzin istasyonunda fark ettik durumu.. Yakıt alıp aynı noktaya döndük.. Tam "e ama hadi" demeye niyetleniyordum ki Türkay kulağıma eğildi "burada kimsenin acelesi yok birader, anlamıyor musun" dedi İlkay ikinci darbeyi vurdu "nereye yetişiyoruz ki"...

Kendimi yıllar sonra ülkemize ithal edilecek anguslar gibi hisettim.. Hatta bıraksalar e-5te koşardım saatlerce.. Utanmayan, uslanmayan, öğrenmeyen adam.. Neyse bi 10 dakika daha bekledik, şoförün telefonu çaldı; haa evden mi alacağız, tamaam" dedi.. Hemen koltuğuna oturdu, gaza bastı,, bu kez de ilçenin ara sokaklarına girdik, bir apartmanın önünde durduk.. 3-5 dakika sonra 3 amca, bir teyze ve bin genç kız indi.. Genç kızı öptüler, uğurladılar, şoföre emanet ettiler.. Meğer onu bekliyormuşuz, içimden "ne ayıp yahu, aaa filan gibi cümleler geldi, dışarı çıkamadan geçti gitti... 

Böylece yola koyulup büyükbabanın evine vardık.. Daha da gecikebilirmişiz aslında, ömrümüz uzarmış.. Büyükbaba torbalarda eve alınanları görünce bildiğin delirdi.. Babaanne olmasa pompalıya da niyetlendi ama neyse ki sakinleşti.. Durup durup, bu evde neyi eksik gördünüz, ağırlayamadık mı sizi, ulan siz mi torunsunuz ben mi, gibi laflar ediyordu.. Yahu dede, biz de büyüdük demek istedik filan, ııı ıhhh, "Nuh" söylemesi kolay ama peygamber biraz uzun..
Bu ders ötekilere göre biraz daha tehlikeli gibiydi.. Bildiğin bungee jumping heyecanında öğrendik ki, her iyi niyet güzel sonuç doğurmayabilir, empati hayat kurtarabilir...

Neyse ki babaanne tereyağıda alabalık yaptı da evin neşesi yerine geldi.. Büyükbaba sofrayı müteakip son dersimizi okeyde verdi.. E biraz ballıydı canım, o da sırf bilgi ve ini yinet işi değil ya, Allah Allah...

Ertesi günü inek sağma, alabalık çiftlikleri gezme, derede tişört yıkama, her köylüden başka bir ders alma faaliyetleriyle geçirdik.. İnsanın hammadesinin aslında çok leziz bir şey olduğunu, üstünü acayip şeylerle örttüğümüzü, kendimize yanlış uygulamalar yüklediğimizi bazen tebessümle, bazen canımız acıyarak fark ettik.. Oralarda yaşamak için daha çok fırına gidip gelmemiz gerektiğini net idrak ettik..

Dönüş günü geldiğinde kendimizi dereden çıkmış alabalık kadar şaşkın, ama yine aynı balığın yeniden suya dönmüş hali kadar mutlu gördüm.. Gidişte bitmek bilmeyen 22 saat dönüşte derenin suları gibi aktı gitti.. Çay ehilleri herşeyin göründüğü gibi olmadığını, minibüs ahalisi ruhunla bedenini aynı hizaya getirebilmeyi, bilardo salonundaki küçük bilge samimiyeti, büyükbaba dünyada geri kalan bütün bilgileri hızlandırılmış kursla anlattı bize.. İşin en şaşırtıcı yanı bunu ders verir gibi yapmamalarıydı..

Bugün hala büyükbabanın sözleri, garsonun gülen gözleri aklımızda.. Nerden baksan 12 sene.. Görmesini bilene ne kadar çok ak sakallı dede var şu hayatta, üstelik rüyada da değil, hayatımızın orta yerinde gezinip duruyorlar sürekli.. Göremiyorsak bakış açımızı değiştirmemiz lazım.. E her gün Arhaviye gidilip gelinmez...

2 Ocak 2011 Pazar

Olimposlu Mustafa...

O zamanlar bu kadar popüler değildi daha tanrıların tatil beldesi... Evet turistlerin keşfinden de epey sonraydı ama bu kadar iğne atsan yere düşmez günlerine gelmemiştik en azından.. Öküz bar vardı da Orange henüz diskolanmamıştı.. Dağların arasından tekno değil acayip bir huzur yükselirdi göğe.. Yıldızları saymaya kalksanız işten 46 bin yıl ücretsiz izin almanız gerekirdi.. Koka kola pepsi hayatta içilmez, alkolik hareket engellenemezdi..  Tek eksik yanı vardı bugünden, daha korsan koyunu keşfetmemiştik.. İyi insanlardık lakin.. Böyle bi sürü neşeli eğlenceli gençtik.. Siz uzaktan ulen amma sap var bu grupta demiş olabilirsiniz ama öyle değildik inanın ki.. Okuyor, tartışıyor, sohbet ediyor, insan olmaya çalışıyorduk kısaca.. Sonra yörük oğlu Mustafa'yı tanıdık, bilgi kitapta defterde, tarihi kalıntıda değil, başka bi yerdeymiş öğrendik...

Dediğim gibi o zamanlar, böyle bolca okuyoruz, her okuduğumuz üzerine kafa patlatıyoruz, insan kendine yönelince nasıl da bir aydınlanma farkındalık filan diye konuşuyoruz.. Reiki için paramız yok ama cumartesi geceleri şiirli toplantılar yapıyor, sabaha kadar hikayelerimizi paylaşıyoruz..

İşte böyle bir haleti ruhiyeyle geleneksel olarak Olimposumuza gittik.. Ve ilk öğlen yemeğinde soluğu sahildeki restoranda aldık.. Mustafa vardı orada çünkü, çok temiz yürekli bir çocuktu.. Üniversiteye hazırlanması için kitap götürmüştük iki sene önce, iyi insanlardık ya! o bakımdan.. Yol gösteriyorduk kendisine, okumalısın filan diye..

Neyse uzatmayalım, Mustafa hemen karnımızı doyurdu, biz söylemeden çaylar geldi.. Hesabı öderken, "Hangi pansiyondasınız abi, akşam uğrayayım" dedi Mustafa.. Akşamın kör vakti, hem de 16 saat servisten sonra, sanki gelecekti de.. Üstelik karanlıkta o sahili geçecek, kilometrelerce de içeri yürüyecekti.. "Başçavuşun ordayız, görüsürüz" dedik.. Şehirden alışkındık hepimiz, buralarda mısın abi, akşam kesin uğrarım birader, bu hafta içi görüşelim, hafta sonuna plan yapma beraberiz, bu aralar bi içsek, vesaire.. Öylesine verilmiş boş vaatler.. Öyle yapmadı ama Mustafa; tam sohbetin en tatlı yerinde geldi, sessizce oturdu.. Yarın sizi Ulupınar'a götüreyim abi" dedi.. Ders almadığımız için "hmm olur kardeşim" dedik, gitti...

Ertesi gün, tam da akşam yemeği için sıra beklerken omzumdan dürttü.. Üstelik Kumluca'ya gitmiş, evden arabayı da alıp gelmişti.. Küçük kırmızı sevimli bir Hacı Murat duruyordu pansiyonun önünde.. Bir iki arkadaş yemeğe başlamış bulundu o sırada.. Kızmadı Mstafa, "yarın yine gelirim" abi dedi, iki dakka hal hatır sorup gitti..

Ertesi gün, bizim Aslan'ın akrabaları geldi.. Akşam yemeğe bekleriz dedi eniştesi.. Yok Ulupınar'a balığa gitçez dedik.. Aman! dedi "yav buranın yörüklerinden biri götürüyosa gitmeyin, hesabı şişirttirir, komisyon alır.. İyi yerlerle de anlaşmaları yoktur".. Dedik "ne oluyor, Mustafa da böyle yapar mı ? Şüphelenirdin, şüphelenmezdin, aman olur muydu öyle şey filan derken, akşamı ettik.. B u kez riske atmadı Mustafa yemekten önce geldi, hepimizi kırmızı arabasına doldurdu doğru Ulupınar'a götürdü,..

Seçtiği yer nefisti.. En güzel sedirine çöktük derenin.. Tereyağı, sıcak pide, peynir filan harikaydı.. Tam sacda alabalık gelirken arkadaşın telefonu çaldı.. Dayısı vefat etmişti.. Apar topar hesap istedik.. Kim bilir kaç lira gelecekti ? Garson eğildi, borcunuz yok abi dedi.. Mustafa'ya döndük; "Abi bunca yıldır geliyosunuz bir de biz ımarlayalım istedim" deyince ölüm mü daha acı, yaşadığımız kuşku mu daha utandırıcı bilemedik..

Neyse, apar topar indik pansiyona... Son otobüse Antalya'ya yetişmek için otomobil lazımdı.. Başçavuş ben gidemem deyince Hakan zorda kaldı.. Mustafa, ben bırakırım abi dedi.. Hadi lan senin yaşın kaç, olur mu abi, ben her hafta Antalyaya gidiyorum tartışmaları arasında kendimizi yolda bulduk.. Hakan'ı otogara yetiştirdi Mustafa... Aslan deflarca istersen ben süreyim dedi ama bırakmadı.. Djnüştü aniden sağa çekti, geç abi dedi sadece, kapıyı açtı indi.. Aslan direksiyonu tutunca anladı ki stresten ölmüştü neredeyse çocuk.. Daha 18e yeni girmişti, ehliyet filan da yoktu.. Üstelik Antalyaya otomobille ilk gidişiydi.. Kaynakta durup su içtikten sonra anlattı hepsini..

Ders vermekten yorulmuyordu bize.. Tatil bitip İstanbul'a dönerken Mustafa uğurlamaya geldi yine : Bir ay sonra yanınıza geliyim mi abi diye sordu.. Tabii dedik, artık inanmak zorundaydık...

Tahmin ettiğiniz gibi tam söylediği gün geldi mega kentimizin şahane ortamına.. Ne yapmak istersin dedik.. Beni gezdirin dedi.. Minyatürk boğaz filan derken Orhanla Aslan çocuğu arkeoloji müzesine götürdü abicim.. Adam kalıntılardan ev yapılan yerden geliyor biz ona....

Neyse gez toz akşamı ettik... Mustafa ne yapalım ? diye sordum, "Abi dedi bira içip patates yiyeceğimiz bir yere gidelim..

Osmanın oraya oturduk.. Ve biz okumakla adam olunur sanan topluluk Mustafa'ya bilmiş bilmiş bakarak dedik ki : Eeeee Mustafa anlat bakalım, ne umdun ne buldun İstanbul'da.. Cevabını duvarıma kazımak istedim aslında : "Bir yere giderken bir şey ummamak lazım abi, öylesine işte, boş bir sayfa açtım kafamda, geldim, gördüklerimi yaşadıklarımı yazıyorum.. Ama memnun musun diye sorarsanız, sizin gibi bilgili güzel abilerle İstanbul'u gezmek benim için rüya gibi" dedi.. Sanki biri pause tuşuna bastı.. Herkes öylece kaldı.. Biri Mustafayı bize uyanan ey gafiller diye tokat atması için mi yolluyordu iki de bir ?

Bir hafta kaldı Mustafa.. Kim izinliyse o gün onla takıldı.. Hiç özel isteği olmadı, her günü böyle ders gibiydi.. Ne Natascha Atlas konserine itiraz etti, ne evde oturmaya.. Önemli olan bu kentin havasını hisetmek, dostlarla birlikte olmak dedi durdu.. Daha 18'inde bu bilinç nereden geliyordu ? Sorsak anlatır mıydı ? Utandık sormaya, bir haftanın sonunda tam kadro uğurladık Harem'den.. Elini cama koydu iki damla gözyaşıyla gülümsemesini birbirine kattı, eyvallah kelimesini okudum dudaklarından..

Uzun zaman görüşemedik, o sene Olimpos'a da gitmedik.. Bir gün aradı bu : Abim" dedi, kusura bakma bayram geçti, kandil geçti arayamadım.. Askerdeyim abi kusuruma bakma,, ama yerleştim şimdi usta birliğime, ararım bundan sonra" Yeter ulan yeter...

Bitmedi..

Yine yıllar sonra yanına uğradık, abi kendi restoranımı açacam belki bir miktar para isterim dedi.. Buna da inanamazdım artık.. Aradı kışın destek istedi gerçekten.. Ve bir sonraki yaz sezonunun sonurda iade bile etti.. Dükkanı kara geçmiş çünkü..

Uzun yazdım, küt diye bitireyim.. Öykünün son sözü de bana düşmez çünkü, ana fikrini anlatmak da.. Mustafa orada, Olimpos'a giderseniz tanışın.. Sizin payınıza ne düşüyorsa alın, gelin..